Sinema, hayatın yağmuru bardaktan boşanırcasına yağarken altında ıslanmadan barınabileceğiniz en iyi sığınaktır.
1 | Recep İvedik | 4.301.641 |
2 | A.R.O.G: Bir Yontmataş Filmi | 3.267.125 |
3 | Muro: Nalet Olsun İçimdeki İnsan... | 2.024.008 |
4 | Issız Adam | 1.729.685 |
5 | Osmanlı Cumhuriyeti | 1.372.630 |
6 | Mustafa | 1.097.283 |
7 | 120 | 1.033.917 |
8 | Maskeli Beşler Kıbrıs | 960.979 |
9 | Çılgın Dersane Kampta | 899.314 |
10 | O... Çocukları | 713.546 |
... | ||
13 | Kara Şövalye - The Dark Knight | 446.708 |
A.R.O.G.'a hiç gülmedik
Şahan Gökbakar'ın sevgilisi Doğa Rutkay da, A.R.O.G.'u beğenmediğini söyleyen ünlüler arasına katıldı. Filme gülmediğini söyleyen Rutkay,
"A.R.O.G. bana hitap eden bir film değil. Hiç gülmedim. Sadece ben değil, bütün salon gülmedi. Bu yorumu Şahan Gökbakar'la olan ilişkimden dolayı söylemiyorum. Tarafsız bir gözle izliyorum. A.R.O.G. haricinde Issız Adam'ı çok beğendim." dedi.
Asıl niyetim Heroes'in izlemekte olduğum 3. Sezonunun ilk 13 bölümü hakkında bir eleştiri yazmaktı. Lakin Sezon 3 son izlediğim bölüm olan 13. bölüm ile nihayet buldu. 4. Sezon ise 2009 Şubat'ta başlıyor. Dolayısıyla yazmışken daha genel bir eleştiri yazmak yerinde olur diye düşündüm. Yazı, izlemeyenler için 'spoiler' tarzı bilgiler içermeyecektir, o yüzden izlemeyip de halen karar aşamasında olan varsa yardımcı olacağını umuyorum.
Amerikan dizilerini izlemeye 2006 yılı yazında Prison Break'le başladım. Prison Break'in ardından Lost'un ilk 2 sezonunu izledim, ardından Desperate Housewives.
Heroes'la tanıştığımda dizinin ilk sezonunun 11. bölümü yeni oynanmıştı, ve dizi sezon arası vermişti. O zamanlar diziler 24 bölüm olurdu, ve sezonda sadece bir defa ara verirlerdi.
Bir arkadaş vasıtasıyla ilk 11 bölümünü izledim, açıkçası ilk 5-6 bölüm biraz tutuk gelmişti bana, ama sonra dizi hızını almaya başladı ve her ara sezon finalinde olduğu gibi can alıcı bir kaç düğüm atarak ilk 11 bölümü bitirdi.
İlk 11 bölümü izledikten sonra dizinin bana verdiği izlenim, dizideki olayların temelde belli bir amaç için geliştiği, dizinin bir kaç bölümlük olaylardan değil bir kaç sezonluk oluşumlardan beslenmeye meyil ettiği şeklinde idi.
Sonra 1. Sezon devam etti ve dizinin ilk sezonu edindiğim izlenime paralel bir şekilde tüm hızı ve heyecanıyla nihayete erdi.
1. Sezonun ilk etabı genel itibariyle "Save The Cheerleader, Save the World" felsefesi üzerine kurulu idi. Buna dizide ağırlık kazanan karakterlerin hikayeleri de eklenince 1. Sezon bütünlüğünü bozmadan, amacından ve dizinin kalitesinden sapmadan nihayet buldu.
Sonra grev geldi.
Biz 2. sezonu heyacanla beklerken senaristler greve gittiler.
Grev zamanı gerçekten verimsizdi, hem yapımcılar için, hem de biz izleyiciler için. Zira senaristler ellerinden geldiğince saçmaladılar, bu kervana dahil olmayan tek dizi Lost'tu; dizinin senaristlerinin imzalamış oldukları sözleşme gereği, öyle ya da böyle sözleşmede planlandığı kadar bölüm yazılmak zorundaydı.
Ama herşeye rağmen, grev zamanı Lost dahil tüm dizileri etkiledi. 5-6 bölümden sonra uzun aralar verilir oldu, bazı dizilerin son bulacağına dair söylentiler dolaşmaya başladı.
İşte Heroes de amacından biraz sapar oldu 2. sezonda. Seyircinin beklentisini karşılamak şöyle dursun, dizi ciddi mantık hataları içerir olmuştu. Bu dönemde diziyi takibi bırakanlar olduğuna eminim, zira arkadaşlarımdan birisi de onlardan biriydi. Ama ben diziyi takibe devam ettim, standardın aksine 2. Sezon 11 bölümle son buldu.
11. Bölüm 3 Aralık 2007'de yayınlandı, ve 3. Sezonun başlangıç tarihi 22 Eylül 2008 olarak belirlendi. Anlayacağınız dizi 9 ay kadar bir ara vermiş oldu, bu da Heroes'in bazı oyuncularına birtakım filmlerde rol alma imkanı tanıdı.
Bu arayı her nasılsa atlattık, 3. Sezon başladı. Bu arada grev bitti, işler biraz daha rayına oturur gibi oldu.
3. Sezona geç başladım, daha da kötüsü zor ısınabildim diziye tekrardan. Dile kolay 9 ay Heroes'siz geçmişti ve 2. Sezon bir fiyasko sayılabilirdi.
Ancak Heroes Sezon 3, beklediğim aksine 1. sezondaki o memnuniyeti tekrar verebildi bana; dizide birtakım şeylerin anlamı daha belirginleşmeye başlamış ve mantık hataları oldukça azaltılmış, karakterleri artık daha yakından tanıyor ve dizinin atmosferine daha rahat girebiliyoruz. Daha da güzeli, karakterlerin kendi içlerindeki iyi-kötü mücadelesi, amaç arayışları ve benliklerini kontrol etme çabaları çok daha baskın. Bütün bunların üzerine senaryodaki beklenmedik bağlamlar tuz biber oluyor tabiri caizse. Anlayacağınız sezon 3 çok sağlam bir şekilde diziyi geri döndürmüş, hatta bana kalırsa senaryo itibariyle daha etkileyici.
Yalnız ilk 10 bölümden sonra, kalan 3 bölüm biraz aceleci bir tavırla sezonun sonunu getirmeye çabalıyor izlenimi verdi bana, sezon daha uzun tutulup olaylar daha ağır ama oturaklı ilerleyebilirdi.
Dizinin bir amacı var gibiydi dedik; sezon 2 bu amaca -eğer varsa- ihanet etmişti, sezon 3'se 2'nin aksine sadık kaldı, bakalım sezon 4'te bizi neler bekliyor.
Sezonların isimleri şu şekilde geçiyor:
Volume one : Genesis (Başlangıç Noktası)
Volume two : Generations (Nesiller)
Volume three : Villains (Suçlular)
Volume four : Fugitives (Kaçaklar)
Diziyi izlememiş olanlar için belirtmek gerekirse, Sezon 2 her ne kadar amacından sapkın görünse de, tabanda amacına paralel ilerliyor, yani dizinin yaşattığı hayal kırıklığının etkisinde biraz abartıyor olabilirim, ama 3 sezonun içerisinde göze en çok batanı olduğundan eminim.
Toparlayacak olursak, Heroes, izlenmeye değer bir dizi, ama sabırlı olup biraz şans vermek; hatta bazen mantık hatalarına göz yummak gerekebiliyor.
Film hakkında yazmaya başlamadan önce, son yıllardaki Cem Yılmaz hakkında biraz yazmak daha yerinde olacaktır kanımca.
Hababam Sınıfı serisinden sonra yerli sinemanın bana en iyi komedisini G.O.R.A.'yı çektikten sonra, sinemamıza "Arif" karakterini soktu Cem Yılmaz. Arif karakteri onun en büyük kozuydu şüphesiz, o mükemmel tespit yeteneğiyle, bizim insanımızın karakterinin her yanından katarak oluşturmuş, bize bizi Arif'le anlatarak bizi bize güler hale getirmişti Cem Yılmaz. "Arif" biz Türk milletine dair bir çok 'eğlenceli','kurnaz' ve 'özgül' yönü toplamıştı üzerinde. G.O.R.A.'da Arif'i bize güzelce tanıtan Yılmaz'ın, A.R.O.G. projesi baştan beri kaçınılmazdı zaten. Ancak kendisi iki komedi filmi üstüste çekmek istemedi belki de, Araya Hokkabaz'ı koydu. Hokkabaz çok iyi filmdi, ancak Herşey Çok Güzel Olacak'tan sonra bekleneni vermedi maalesef Cem Yılmaz hayranlarına. Ben çok beğendim, aslında İskender'de de Arif'i buldum biraz. Hokkabaz rüzgarı esmeye devam ederken, A.R.O.G.'un reklamları yapılmaya başlanmıştı bile. Cem Yılmaz bu sefer projenin sadece set içinde değil, set dışında da üzerinde çok durdu, hepimizin iştahını bir güzel kabarttı, bununla yetinmedi; kronolojik olarak G.O.R.A.'dan sonra, Hokkabaz'dan önce çektiği Stand-Up gösterilerini, A.R.O.G.'un reklamları başladıktan sonra, "TTNet'in katkılarıyla" piyasaya sürdü. Bütün bunları öyle akıllıca yaptı ki, hepimiz A.R.O.G. bekler olduk dört gözle, tabiri caizse "kıvama geldik".
Cem Yılmaz hiç bir şey kaybetmiyordu ne imajından, ne espri kabiliyetinden, aksine daha da çok yer ediyordu beynimizde onun stili, anlayacağınız epey bi kredi topladı A.R.O.G. çıkmadan önce.
Son hamleyi -ki bu ticari olarak en akıllıcasıydı- filmin gösterim tarihini seçmekle yaptı Cem Yılmaz. Film tam bayram haftası girdi vizyona, ilk hafta 2 milyon civarı seyirciyle rekor kırdı, Recep İvedik'in toplamda 4.7 milyon gişe hasılatını bulduğu -acınacak- sinema sektörümüzde, hatrı sayılır bir başarıydı, bayram haftasının sonunda, Pazar günü izleme fırsatı buldum ben de filmi.
Şimdi bir parantez de kara bahtımdan açmak isterim müsadenizle.
Şimdiye kadar büyük beklentilerle gittiğim çok film oldu, ancak içlerinde beklentilerimi karşılayan tek film, "The Dark Knight (Kara Şövalye)" idi. Onun haricinde aylar boyu fragmanlarını izlediğim, afişlerini duvar kağıdı yaptığım filmler hep hayal kırıklığına uğrattı beni. Yanlış bir şey olduğunu geç de olsa farkettim filmden çok şey beklemenin, zira beklentiler arttıkça hayal kırıklığına uğrama riski de artıyor insanın. Beklenti minimum düzeyde tutulursa, film mükemmele yaklaştıkça "beklenmedik beğeni"lerimiz de çoğalıyor gitgide.
Şüphesiz Cem Yılmaz'ın onca uğraşından sonra, çevreme nazaran biraz daha büyük beklentilerle gittim filme, hatta giderken "ikinci kez ne zaman, kiminle giderim"in hesabını yapıyordum...
Yeterince masalvari yazdım sanırsam, ancak burda masala son verip, filmden bahsetmek istiyorum izninizle.
Cem Yılmaz, filme özenmiş, hem de çok özenmiş. Efektler, mekanlar ve kostümler kusursuz, oyuncu seçimi mükemmele yakın. Arif karakterini daha iyi benimsemiş, artık Cem Yılmaz'ı ayırt etmek için kulağını kontrol eder olmuşuz küpe var mı diye.
Ancak o "CMYLMZ" adlı stand-up gösterisinden sonra, tabiri caizse 'yarıla yarıla' gülmek istiyormuşuz besbelli, filmin esprilerine ısınamadım bir türlü. Bazı espriler çok zorlamaydı, ve yapmacık, anlam veremedim bir türlü nasıl göz yumdu bunların yer almasına.
Filmin ilk yarısı bitti, arkadaşa döndüm ve "bu ne olum?" tarzı bir soru sordum, ikimiz de hayal kırıklığına uğramıştık, ikinci yarısı başladı, iyi de başladı espriler de güzeldi, sonra zaten fazla gelişmedi senaryo, bi futbol maçı sahnesi ve filmi beklediğimiz şekilde bitirdi Cem Yılmaz.
Filmden çıktıktan sonra 24 saat geçmedi hayal kırıklığım, ama müddet dolduktan sonra yavaş yavaş olumlu yaklaşmaya başladım filme.
Her şeyden önce Cem Yılmaz, yalnızca bir komedyen değil.
Yalnızca bir aktör de değil, ya da senarist, veya yönetmen.
Cem Yılmaz, hepsini birden yapan bir "marka" artık. Yani CMYLMZ'de gördüğümüz Cem Yılmaz'ı beyaz perdede bizi aynı şiddette güldürürken görmek ne kadar mantıklı olabilir ki? O zaman filmin sinematografik ne yanı kalır? Stand-up gösterisinde gülmekten nefes almaya zaman bulamazken, filmde üç-beş kahkaha, geri kalanının ufak tebessümler olması filmin komedi kalitesini düşürür mü? Tabii ki hayır, beyaz perdeyle sahneyi ayırt edemezsek eğer bize öyle gelir bu durum. TV dizilerindeki komik karakterlerin 'uzun metrajlı skeç' halinde filmlerinin çekildiği, çılgın dersanelerde Öss'ye hazırlanıldığı bu ülkede, Cem Yılmaz şüphesiz ki kredisi en yüksek tutulacak isim olmalıdır. Çünkü işini kitle kaygısı gütmeksizin yapan tek isimdir kendisi. Dolayısıyla çalışmaları bekleneni veremese bile, her zaman "çıtanın çok üstünde"dir.
Yani film büyük bir hayal kırıklığı değildir aslında, yanlış beklentilerin doğurduğu yanlış kanılar bize öyle hissettirir.
İzlemeyen varsa, en büyük tavsiyem, büyük beklentiler beklememesidir filmden, sadece A.R.O.G.'dan değil, izlemeye niyetlendiği tüm filmlerden minimum düzeyde beklentisi olsun, o zaman maksimum düzeyde keyif alacağına eminim.
Filme dair ufak bir kaç not daha ekleyecek olursak,
-Cem Yılmaz "küfürle güldürme" konusunu çok ciddiye almış, küfürleri ciddi biçimde azaltmış, bir kaç yerde var, onun haricinde pek duymuyoruz
-Nil Karaibrahimgil çok yapmacık ve itici oynamış, çok yanlış bir seçim olmuş bu rol için
-Futbol sahnesi fazla uzatılmış, ama Carlos, Rıdvan ve yengeç dansı muhabbeti çok iyi olmuş
-Filmde anlık esprilerden çok, durum esprileri ağırlık kazanmış, şöyle ki;
G.O.R.A.'yı izledikten sonra herkes esprilerini yapar olmuştu, herkesin ağzına sakız olmuştu, o yüzden çok komik bulunmuştu, ancak Cem Yılmaz daha profesyonel bir şekilde oluşturduğu senaryoda, esprileri daha çok durumlar arasına gizlemiş, hatta bazen çoğunluğun anlayamadığı espriler bile oldu filmde, bu da filmin komik bulunmamasına sebebiyet verdi, oysa Cem Yılmaz'ın tek yapmak istediği, esprilere daha genel bir formda, daha akıllıca ve derin manalar yüklemekti bence.
Onun haricinde film izlenmeye değer, yakında tekrar gitmeyi de düşünüyorum.
Ancak bir sinema eserinden Stand-up komikliği beklersek, yanılırız, hem ümitlerimize, hem Cem Yılmaz'ın emeklerine yazık olur.
Biz Recep İvedik'ler, Çılgın Dersane'ler, Destere'ler, Keloğlan Kara Prense Karşı'lar, Neşeli Gençlik'ler... görmüş nesiliz, Cem Yılmaz'ın kıymetini bilmezsek, daha beterine müstehakkız.
Favori aktörüm, Kevin Spacey. Anlayacağınız "Kevin olsun çamurdan olsun" diyebilirim gönül rahatlığıyla. Bloguma yazacağım ilk film eleştirisi hangi film hakkında olsun diye çok düşündüm, baktım sonu yok, dedim bari en son izlediğim film olsun: K-Pax. Hem Kevin Spacey oynuyor, hem de "aile filmi" kategorisine rahatlıkla konulabilir.
K-Pax'te olaylar nasıl gelişiyor, önce ondan kısaca bahsedelim. Baş karakterimiz Prot(Kevin Spacey), bir gasp olayından sonra yanlış zamanda yanlış yerde bulunduğu için zanlı konumuna düşer, ancak polis kendisiyle baş edemez, zira uzaydan geldiğini iddia etmektedir. Söylediğine göre K-Pax isimli bir gezegenden gelmiştir, polis bakar ki Prot kafayı sıyırmış, yollar deli hastanesine. Deli hastanesinde Prot'un doktoru Dr. Mark Powell(Jeff Bridges) olur. Film de bu iki karakter arasındaki ilişkiden başlar, Prot'un hastanedeki etkisi, Dr. Powell'in aile içi sorunları çerçevesinde adım adım ilerler.
Prot, uzaydan geldiğini iddia ettiği için, bizim dünyamızdakı sıkıntılar onun için pek de geçerli değildir. Küresel Isınma, Ekonomik Kriz ya da Soğuk Savaş falan pek de umrunda değildir Prot'un. Bir ailesi, çocukları, ya da bir işi yoktur, zaten hastanede hasta konumunda olduğundan bu durumda dert etmesine de pek gerek yoktur. Dolayısıyla gülümser Prot, ve Dünyamızın keyfini çıkarır, muzu kabuğuyla yer, çilekleri bütün bütün götürür, bir yandan da hastanedeki hastalara umut dağıtır, dönüşte (yalnızca birini) yanında götüreceğini söyleyerek.
Prot uzaylı modunda takıladursun, Dr. Mark Powell da Prot'u uzaydan gelmediğine, bahsettiği K-Pax gezegeninin aslında var olmadığına inandırarak içinde bulunduğu durumdan kurtarmaya çalışır. Gelin görün ki durumlar tersine işler, ve hastanedeki hastalardan sonra Dr. Mark Powell ve uzay endüstrisinde çalışan tanıdıkları bile yavaş yavaş inanmaya başlar Prot'a ve K-Pax gezegenine.
İzleyici merakla bekler acaba K-Pax var mı, yoksa Prot mu sıyırmış diye, ancak film izleyiciyi yalnızca bu sorunun cevabını aramakla bırakmaz elbet, Dr. Powell Prot'la uğraşırken, film aynı zamanda Prot'un da hastanedeki etkisi üzerinde durur.
Belki de K-Pax'in en etkileyici özelliklerinden birisi budur.
Film, hem uzaydan geldiğini iddia eden bir karakteriyle ilgi çekici sayılabilecek bir konuyu işlerken, hem de akıl hastanesinde geçen ufak hikayelerle, dramatik bir tat bırakır damağımızda. Guguk Kuşu, doğru film değil; ama akla ilk geleni.
Bütün bu maceranın ve dramın etrafında döndüğü Prot karakteri, elbette ki Kevin Spacey'nin performansıyla daha anlamlı hale geliyor filmde, Prot'un o "uzaylı" gülüşü, Kevin Spacey'den başkasında yoktur herhalde. Akademi'nin kararına saygı duymamak imkansızlaşıyor, 1999'daki Oscar'dan sonra.
Elbette ki Dr. Mark Powell rolündeki Jeff Bridges da kalitesini konuşturuyor, kendisini The Big Lebowski'den ya da daha yakın tarihteki bir filmden: Iron Man'den hatırlayabiliriz. Aslında olaylar Dr. Mark Powell'in etrafında gelişiyor, filmin baş karakteri o gibi duruyor, ama bu da filmin bir numarası, film, bilineni bize sunarak bilinmeyene olan merakımızı körüklüyor, bildiğimiz insanın yanında, bilmediğimiz uzaylıyı daha da çok merak ediyoruz.
Netice itibariyle, K-Pax, ortanın üzerinde bir seyir keyfi yaşatıyor bizlere, bazen komik, bazen dramatik oluyor, çok keskin duygu geçişleri yaşatmıyor belki, ama hepsinden az çok tattırıyor. Bunun üstüne iki usta oyuncunun performansları da etkilenince, güzel bir haftasonu filmi olup çıkıyor.
Not(1): Film 2001 yapımı, biz 2008'e geldik, eleştiriyoruz. Dünyayı yeniden mi keşfediyoruz? Evet, ne demişler, gitmediğin yer senin değildir, bunu sinemaya uyarlayalım, izlemediğin film gerçek değildir, dolayısıyla K-Pax benim için 2008'de var oldu, ben de 2008'de yazdım eleştirisini.
Not(2): Mümkün mertebe filmden can alıcı bir bilgi vermemeye çalıştım, ancak izleyenler için Prot hakkında bir kaç şey daha söylemek isterim.
Filmin sonunda, film bize diyor ki, Prot, aslında Robert Porter'in ta kendisidir, kendini hayattan bu şekilde uzaklaştırmış, acısına bu çözümü bulmuş, bu şekilde delirmiştir. Peki biz yiyor muyuz bu numarayı? Tabii ki hayır.
Efendim, Prot, tabiri caizse buzz gibi uzaylıdır, ancak dünyada Robert Porter'in bedeninde yer bulmuştur kendine, filmin aslında bir diğer güzelliği de budur, bize bırakır son kararı, bizim Prot'umuz biz istersek uzaylı olur, istersek Robert Porter. Zira filmin evrenindeki herkes, Prot'u yatağın altında bulunca derin bir "Oh" çeker ve uzaylı olmadığına sevinir.
Hastalar hariç...
Hastalar birbirlerine şöyle fısıldarlar: "Bu kim? Bu Prot değil, Prot gitti, o zaman bu kim?"
Evet, yatağın altından çıkan O kişi, Prot değildir, Robert'dir, ancak bunu bir tek biz akıllı(!) insanlar kabullenemeyiz, kabullenmek istemeyiz, oysa hastanedeki deliler için buna inanmak bir sorun değildir, Prot gitmiştir, Robert'i geride bırakmıştır, ve söz verdiği gibi, içlerinden bir tanesini de yanında götürmüştür. Boşuna dememişler, akıllı düşününceye kadar, deli oğlunu everir...