Çarşamba, Mayıs 26

Son Sahne

Dünya bir oyun sahnesidir,
Ve bizler de birer oyuncu,
Bütün kadınlar ve bütün erkekler,
Sırası geldiğinde girer bu sahneye;
Ve çıkıp gider,
Sırası geldiğinde...

Sinema Vesaire'de elimden geldiğince, gücümün yettiğince sinema yazmaya, gördüklerimi sizlerle paylaşmaya çalıştım. Ancak artık bir "Sinema blogu" yazmayı bırakmanın zamanı geldi. Sinema yazılarıma ara ara kişisel blogumdan ve belki SineMabed.com'dan devam edeceğim. Bu blog önceki yazıların bir arşivi olarak gene burada duracak. Burada bulunduğunuz ve destek olduğunuz için hepinize teşekkürler.

Bana sorularınız olursa formspring hesabım:
http://www.formspring.me/confeng

Twitter hesabım:
http://twitter.com/confeng

Kişisel blogum:
http://configurationengineer.blogspot.com/

Sevgiyle...

Salı, Mayıs 11

Nolan'ın Son Filmi Inception'ın Yeni Fragmanı (10 Mayıs)

"Fragmanlara göre film yargılamak" ne kadar sağlıklı bilemem ama söz konusu Nolan'sa hiçbir filminde bizi fragmanda vaat ettikleri konusunda hayal kırıklığına uğratmayacağını söyleyebilirim bu güne kadarki tecrübelerime dayanarak.

Filmin daha önceden konuya dair pek ipucu barındırmayan ancak efektleriyle göze çarpan bir fragmanı(belki de teaser) yayınlanmıştı, The Dark Knight'ı beklerken ilk izlediğimiz fragman gibi;bu seferki fragmansa tam anlamıyla bizi tatmin edecek bir çalışma olmuş. Fragmandan görülen o ki bu sefer Nolan sinema endüstrisinin teknolojisiyle beraber izleyenlerin zihnini de fazlasıyla zorlayacak gibi duruyor.

Cumartesi, Mayıs 8

Alternatif Film Afişleri #4: Pulp Fiction

- Don't you hate that?
- Hate what?
- Uncomfortable silences. Why do we feel it's necessary to yak about bullshit in order to be comfortable?
- I don't know. That's a good question.
- That's when you know you've found somebody really special, you can just shut the fuck up for a minute and comfortably enjoy the silence.

Salı, Mayıs 4

Sahne (I stereotype) - Up In The Air



- Bingo, Asians.
- You can't be serious.
- Never get behind people traveling with infants. I've never seen a stroller collapse in less than 20 minutes.
Old people are worse. Their bodies are littered with hidden metal and they never seem to appreciate how little time they have left on earth.
Here you go.
Five words. Randomly selected for additional screening.
Asians.
They pack light, travel efficiently, and they've got a thing for slip- on shoes. You've got to love them.
- That's racist.
- I'm like my mother. I stereotype. It's faster.

(Sahnenin orijinalini bulamadım, sanırım bu başka versiyonu. Youtube'a direk erişemeyenler için Youtube linki)

Pazartesi, Mayıs 3

Tuncel Kurtiz Röportajı Bölüm 3 (Son Bölüm)

Röportajın 1. bölümünü okumak için buraya, 2. bölümünü okumak için buraya tıklayınız.


Çalışmak üzerine...
"Gençlere hep tekrarladığım bir şey var: Eğer yeteneğin varsa, çalışırsan iyi olursun, çok çalışırsan çok iyi olursun. Ama çalışmazsan bir bok olmazsın. Yeteneğin yoksa, çalışırsan idare edersin, çok çalışırsan daha iyi olursun. " Yeteneği olmayan ve çalışan, yeteneği olup çalışmayandan daha iyi olabilir."


EMPIRE: Doğaçlamayı seven bir oyuncusunuz. Bunu yaparken de sizde Doğu etkileri gözlemleniyor. Ama Batı tipi oyunculuğa da uzak değilsiniz. Yani iyi bir sentez yaptığınız düşünülüyor. Oyunculuğunuzdaki bu sentezin oluşmasında neler etkili oldu?

KURTİZ: Nazım Hikmet, Yolcu piyesinin finalinde şöyle konuşturur oradaki istasyon şefini: "Pencereyi kapatma, keşke yüz pencere olsa, yüzünü de açsak, pencereler kapandığı için belki de bunun için biz böyle olduk." Kâinata açılan pencerelerdir sanat ve kendimize, kendi kökenlerimize açılan pencerelerdir sanat. Ferhat ile Şirin'i bilmeden, Şirin'in bir Ermeni papazının kızı olduğunu bilemeden nereye varabiliriz ki?

EMPIRE: Genç sinemacılara, daha doğrusu yeni bir söz söylemek isteyen yönetmenlere hep açık çek verdiniz. Onları desteklediniz. Ve bugün bu genç sinemacılar hep önemli yönetmenler olarak ön plana çıkıyorlar. Bu konudaki sezginizi neye yoruyorsunuz?

KURTİZ: Güzel bir hikâyeden kötü bir film yapabilirsiniz, ama kötü bir hikâyeden hiçbir şey yapmanız mümkün değildir.

EMPIRE: Bütün bu başarılı oyunculuk hayatınızda sinema ve tiyatro sevginize rağmen işsizliğin hep gölge gibi sizi takip etiğini söylemek yanlış olmaz. Türkiye'de sanatçı olmanın değeri yeterince bilinmiyor mu?

KURTİZ: Altın Koza'da benim için bir usta oyuncu bölümü, bir kitap ve bir gece yaptılar, sadece Birgün ve Zaman gazetelerinde haber oldu. Başka ne söyleyebilirim? Gençliğimde, bilhassa Avrupa yıllarımda ekmek parası için istemediğim işlerde çalıştığım oldu. Ama işsiz kalmak biraz da seçicilikten; yoksa iş çok, zengin olmak çok kolay günümüzde. Ama hep tekrarladığım bir söz var. Arkadaşım Nevzat Şenol'un sözüdür bu: "Ben zengin olma tehlikesini atlattım, çok şükür."

"Ölmeden, Bedreddin ve Kreutzer Sonatı'nı muhakkak film yapmak istiyorum. Reis Çelik ve Fatih Akın beni destekleyeceklerini söylüyorlar."
EMPIRE: Kısa filmlerinizle birlikte bir de Gül Hasan diye bir uzun metraj yönettiniz. Ama devamı gelmedi. Bu film, yönetmenlerle empati kurmanızda ne kadar etkili oldu?

KURTİZ: Gül Hasan'dan kazandığımız parayı kendi yapmayı tasarladığım Orhan Kemal'in Baba Evi ve Avare Yıllar kitaplarından bir uyarlama için kullanmayı düşünürken, Bereketli Topraklar Üzerinde'nin her şeyi hazır diyen Erden Kıral'a inandım, biraz da arkadaşım Tezer Özlü'nün etkisi oldu bu işte. Oysa hiçbir şey hazır değilmiş, o günlerde çok önemli bir miktar olan 300.000 Mark'ı kaybettim, hiçbir prodüktörün bana rejisörlük teklif etmeyeceği, benim de onların teklif ettiği filmi çekmeyeceğim açık ve seçiktir. Hep reji yapmak istedim, ölmeden önce Bedreddin ve Kreutzer Sonatı'nı muhakkak film yapmak istiyorum. Kimseyle de empati kurmuyorum. Reis Çelik ve Fatih Akın beni destekleyeceklerini söylüyorlar, bu kadarı da bana yeter.

EMPIRE: Dünyada pek çok kalburüstü oyuncu tiyatro ile sinemayı bir arada götürmeyi başarıyor. Mesela Al Pacino sahnenin oyuncunun ruhunu temizlediğini ve dinamikleştirdiğini söylüyor. Al Pacino'ya hak veriyor musunuz?

KURTİZ: İyi bir film, iyi bir tiyatro oyunu insanın ruhunu temizler, ben ayrım yapmıyorum.

EMPIRE: Edebiyattan çok iyi beslenen bir oyuncusunuz. Geçmişte kimi Yaşar Kemal eserlerini sahneye bile koydunuz. Orhan Kemal'in romanını senaryolaştırdınız. Gerek oyuncuların gerekse sinemacıların edebiyatla ilişkisi eskiye oranla zayıfladı, bunun etkilerini gözlemliyor musunuz?

KURTİZ: Yalnız edebiyat değil, resim, mimari, müzik, tüm güzel sanatlar, tarih ve felsefe... Bunlarla ilişkisini sağlam kuran sinemacılar bu sanatı yüceltirler.

EMPIRE: Özdemir Asaf ve Can Yücel sizin hayatınızda çok önemli bir yer tutan şairler. Fırsat buldukça da onların şiirlerini okuyorsunuz. Ve bu şiirlerde yalnızlık teması çok baskın. Kendinizi bu kadar yalnız hissetmenizin sebebi nedir?

KURTİZ: Yok canım, ne yalnızlığı! Can Yücel'in dediği gibi, "Güzel kızının eliyle yalnız uyumak, Kandilli ilkokulu kadar kalabalık", ama Özdemir'in dediği gibi "Yalnızlık da paylaşılmaz." Onlar hem abim, hem de iki büyük sanatçıydı. Ben kendimi hiçbir zaman yalnız hissetmedim, ben çok kalabalığım.
EMPIRE: Fatih Akın için Maradona diyorsunuz. Onunla Yaşamın Kıyısında'da çok iyi bir yönetmen-oyuncu ilişkisi kurdunuz. Yıllar sonra bir yönetmenle böyle iyi bir ilişki kurmanızın sebebi neydi? Fatih Akın'da kendinizi teslim edecek ne gördünüz?

KURTİZ: Teslimiyet değil, karşılıklı bir anlayıştı. Fatih, Maradona'dır, sokaktan gelmiştir, dünya edebiyatını çok iyi bilir, sokağı çok iyi bilir, yani insanı bilir. Ben Fatih'le arkadaşım. İkimizin de derdi iyi sinema yapmak, o benden sıkılırsa beni bırakır, ben ondan sıkılırsam onu bırakırım. Özgürüz, bir çıkar birliğimiz yok.

EMPIRE: İdeal bir oyuncu-yönetmen ilişkisi sizce tam olarak nasıl olmalı?

KURTİZ: Hiçbir şeyin ideali olmaz, o yönetmenle öyledir, bu oyuncuyla böyledir...

EMPIRE: Türk sinema ve tiyatrosu düşünüldüğünde oyunculuk konusunda doruklardasınız. Ve çok çalışarak bu kadar zirveye çıktığınızı düşünüyoruz. Ama oyunculukta yetenekli olmaya ya da şans faktörüne de hep vurgu yapılır. Bunlar ne derece etkilidir iyi bir oyuncu olmak için? Yoksa çalışmak her daim geçer akçe midir?

KURTİZ: Amerikalı bir menajer bana şunu söylemişti: "Çok iyi bir oyuncusun, ama senin kadar iyi birçok oyuncu var. Bana ihtiyacın var. Seni ben çıkaracağım ortaya." Yani tabii ki şans faktörü var, David Lean ölmeseydi, Marlon Brando ile oynayacaktım, kimbilir ne olurdu, orası bilinmez. Ama mesela Peter Brook, oyuncu arkadaşım Miriam Goldschmid ile Sürü'yü seyretmeseydi, benim hayatımdan bir Mahabarata macerası eksik kalacaktı. Bir de Sermet Çağan'ın benim için ettiği bir sözü hatırlarım: "Tuncel Kurtiz şu düz duvara tırnakları ile o duvarı kazıyarak çıkmıştır." Gençlere hep söylediğim bir şeyi tekrarlayayım: Eğer yeteneğin varsa, çalışırsan iyi olursun, çok çalışırsan çok iyi olursun. Ama çalışmazsan bir bok olmazsın. Yeteneğin yoksa, çalışırsan idare edersin, çok çalışırsan daha iyi olursun. " Yeteneği olmayan ve çalışan, yeteneği olup çalışmayandan daha iyi olabilir.

EMPIRE: Oyunculuğun bir de diğer yüzü var. Şan, şöhret gibi baş döndürücü unsurlara insan kendini kaptırıp gidebiliyor. Bir oyuncu bunları başından nasıl savuşturabilir?

KURTİZ: İlk defa Teneke'yi oynayıp etrafıma insanlar doluşunca şımardım, alkol ve gece hayatına düştüm. Sonuç hiç iyi değildi. Yani küçük memnuniyetler, çabuk gelen şöhret bir oyuncuyu zedeleyebilir. Bir de, kendinden hiç şüphe etmemek, her şeyi bildiğini iddia etmek tehlikeli. İnsan önce kendisinden şüphe edip, kendisini eleştirebilmeli. Hani Tevfik Fikret öyle söylemiştir, "Şüphe nura doğru koşmaktır."

Bunu Biliyor muydunuz?
Tuncel Kurtiz vakti zamanında futbola heves etmiş.
"Ben kötü futbolcuydum. Futbolcu olamadım, çok uğraştım"
diyen üstadın sınıf ve takım arkadaşı Can Bartu'ydu.
Üstat "Bak o neler yaptı? Biz onunla aynı takımda
oynuyorduk. Bizim başımızdan başka türlü bir macera geçti.
Sigara içtik, içki içtik, tiyatroya heves ettik" diye hayıflanıyor.

EMPIRE: "Ben rolümü ceket gibi üzerime giymiyorum, rolümle müthiş yakınlık kuruyorum" diyorsunuz. Yoksul ve kadersiz birçok karakteri oynadınız. Bunlar ruhunuzda bir yorgunluğa neden olmadı mı?

KURTİZ: Yok öyle bir şey...

EMPIRE: Müthiş bir enerjiniz var. Yorulmak bilmiyorsunuz. Bu enerjinin kaynağı nedir?

KURTİZ: Genetik faktörler diyelim, bir de sporu ve okumayı hiç bırakmadım. By-pass ameliyatı olduğumda, üç gün yoğun bakımda aralıksız okudum. Hâlâ okuyorum, hâlâ koşuyorum, hâlâ yüzüyorum.

EMPIRE: Devletle aranız pek iyi olmadı. Uzun yıllar sizinle uğraştılar. Sonra yıllarca yurtdışında yaşamak zorunda kaldınız. Velhasıl sanatçıların iktidarlara muhalefet etmesi normal. Ama artık bu muhalif tavra pek rastlanmıyor. Muhalif olmak marjinal bir hal aldı. Ama siz hâlâ doğru bildiğiniz erdemleri savunuyorsunuz.

KURTİZ: Fukaralığın, adaletsizliğin ve sömürünün kol gezdiği günlerde İrlandalı bir balıkçı, doldurur ailesini küçük takasına, yelken kürek aşar Atlantik'i, yanaşır New York limanına ve daha karaya ayak basmadan seslenir iskeledeki çımacıya "Is there any government here?" "Evet" cevabını alır ve yapıştırır: "Well, I'm against it..." Yani Türkçesi "Burada hükümet var mı arkadaş, var öyle mi, ben de ona muhalifim o zaman." İrlandalı gibi genlerimiz mi bizi muhalif yapar, yoksa yaşadığımız çevrenin gerçekleri mi, sağduyumuz mu, sonradan edindiğimiz bilgiler mi? Muhalefet ruhumuzu besler, muhalif ruhlar da sinema ve sanatları... Şair Eşrefle bitirelim mi?

EMPIRE: Eyvallah üstat!

KURTİZ: "Eylemem ölsem de kizbi ihtiyâr / Doğruyu söyler-gezer bir şâirim / Bir güzel mazmun bulunca Eşrefâ, / Kendimi hicv eylemezsem kâfirim!"

Cuma, Nisan 30

Moon [2009]

Amerikanlar'ın filmlerinde Ay'a gidip gelmekten sıkıldığını sananlar hata etmiş olacaktır benim gibi. Her ne kadar 2009'da Vulcan, Spock, Pandora gibi gezegenleri görmüşlüğümüz olduysa da, Moon filminin hikayesi, bilmemkaçıncı kez Ay'da geçiyor. Tabii ki bunda filmin uzay filmi olmasından çok olaya başka bir boyutta bakmaya çalışmasının payı göz ardı edilemez.

Moon filmi, Ay'da keşfedilen ve Dünya'ya belli aralıklarla gönderilmesi gereken bir maddenin işlendiği bir uzay üssünde, burada çalışmak için 3 yıllık bir kontrata imza atmış ve eve dönüşüne az bir zaman kalmış astronot Sam Bell'in hikayesini anlatıyor. Sam Bell'in bu uzay üssündeki tek arkadaşı olan robot GERTY de filmde aktif olarak gördüğümüz diğer karakter.

Sam artık eve dönmek için günleri sayarken üste bir aksilik meydana gelir ve çıkıp uzay arabasıyla bir göz atmaya gitmesi gerekmektedir. Ancak yolda Sam'in başına enteresan bir olay gelir ve işler oldukça enteresan bir biçimde karışır. Bu noktaya kadar sıradan ve sıkıcı bir uzay filmi gibi görülen Moon, bu noktadan sonra başka bir konu, klonlama teknolojisi üzerine farklı bir yaklaşım getirir ve hikayenin psikolojik yönü ağırlık kazanır.

Anlattığını düşündüğümüz şeyi anlatmıyor olmasına rağmen Moon gene de fazla bir şey söylemiyor bizlere ve zaman zaman fazla sabır gerektiriyor. Hikayenin karmaşıklığını son ana kadar muhafaza ettiği için izleyiciye ufak bir merak aşılayarak ekran başında tutmaya çalışıyor. Küçük bir mekanda geçmesi ve karakterlerin azlığı, filme bazı anlarda boğucu bir hava veriyor. Her ne kadar ikinci yarısında ufak sürprizler yer alsa da film bittiğinde bize fazlasıyla kompleks sunulan konunun oldukça yüzeysel ve basit olduğunu görmek de ayrı bir hayal kırıklığına dönüşüyor.

Üzerine söylenebilecek fazla da bir şey yok Moon'un. Bana göre biraz abartılan ve bu abartılışında The Hurt Locker'da olduğu gibi Amerikanlar'ın milli duygularının rol oynadığı bir film. Derdi uzayda mesafeler kat etmek ve yeni ırklar keşfedip onların topraklarını istila etmek olmasa da bu farklı olma çabası yeterli gelmiyor ve ortalama bir film olmaktan öte gidemiyor.

Film için Sinema Vesaire notu: C+

Perşembe, Nisan 29

Dancer In The Dark [2000]

Söz konusu bir annenin evladı için yapabileceği fedakarlıklarsa şüphesiz buna sınır koymanın imkanı yok. Dancer In The Dark, bir annenin çocuğunun gözündeki hastalığı iyileştirmek için yaptığı sonu gelmez fedakarlıkların müzikal hali. Lakin müzikal denince akla gelen çoğu filmin aksine bu film fazlasıyla acı, ümitsizlik ve dram taşıyor sırtında.

Selma Jezkova, insanın gözlerine yaş ilerledikçe daha çok zarar veren ve orta yaşlara gelindiğinde körlükle sonuçlanan genetik bir göz hastalığına sahiptir ve oğlu da aynı hastalığı taşımaktadır. Bu hastalığın tek tedavisi pahalı bir ameliyattır ancak bu ameliyat için hastanın 13 yaşını geçmemiş olması gerekmektedir. Selma için bu ameliyatın artık imkanı yoktur ancak onun tek istediği oğlunun gözlerini kurtarabilmektir.

Bu ümitlerle Çekoslovakya'dan Amerika'ya göç eder ve gece gündüz demeden ameliyat parasını biriktirebilmek için çalışır. Artık paranın tamamlanmasına çok az bir süre kalmıştır ve oğlu Gene de 13 yaşına yaklaşmaktadır. Ancak Selma'nın gözleri artık iyice göremez hale gelmiştir ve fabrikada dahi işleri ezberlediği kadarıyla yapmaya çalışmaktadır. Hem görme yetisi, hem de süresi nihayete ermek üzere olan Selma parayı tamamlamak için ne gerekiyorsa yapmaya kararlıdır. Ancak herkesten sır gibi sakladığı para kısa bir süre sonra başına büyük dert açar ve Selma'nın hayatı beklediğinden daha erken kararmak üzeredir.

Filmin hikayesi oldukça etkileyici. Yönetmen Trier'in ve başroldeki Björk'ün bu hikayeyi beyaz perdeye aktarırken ortaya koydukları performans da öyle. Özellikle dram yönünden başarılı bir film Dancer In The Dark. Ancak çekimlerde yönetmenin kamerayı sabit tutmama tercihi tartışılır zira bu tür sahneler bazen amatörce gözükebiliyor. Aynı şekilde müzikal sahneleri filmin çok dışında duruyor, görüntü yönetimi anlamında o sahnelere ayrı bir ton ve hava verilmesi bir nevi filmden kopuk durmalarına sebep oluyor. Ancak filmin müziklerinin başarılı olması bu açığı örter nitelikte.

Selma'nın hikayesi ilerledikçe izleyiciye daha çok ümitsizlik ve karamsarlık aşılıyor. Olay örgüsünün işlenişindeki ustalık kendisini film sona yaklaşırken dramatiklikte zirve yapışı ile açığa çıkarıyor. Bir noktadan sonra müzikalin adı kalıyor ve Dancer In The Dark tam anlamıyla bir "ağıt" halini alıyor. Ve bu ağıt, Selma'nın ağıdı, gene kendi şarkılarıyla son buluyor.

Sonuç olarak Dancer In The Dark, ağır dram sevenleri tatmin edecek türden bir film. Bir müzikal olarak da başarılı denilebilir. Selma'nın hikayesinde hepimizin kendinden bir şeyler bulması mümkün.

Film için Sinema Vesaire notu: B+