Cumartesi, Mart 7

Eleştiri 3.2: The Wrestler

"Darren Aronofsky'nin derinden etkileyici filminde Mickey Rourke'nin yeniden doğuşuna şahit olun." yazıyor The Wrestler'in afişinin sağ üst köşesinde.
İster inanın ister inanmayın ama Mickey Rourke ismini bu filmle duydum ben. Yaşı 56 olduğu halde. Sonradan keşfettim ki Mickey Rourke epeydir ortalarda görünmeyen ancak meşhur bir aktörmüş. Onun ilk performansını da bu filmle izlediğim için kendimi çok şanslı görüyorum açıkçası.The Wrestler, yönetmen Darren Aronofsky'nin son filmi. Başrolünde Mickey Rourke oynuyor. Film hakkında çoğu şeyi izledikten sonra keşfetmeme karşın, film izlerken beni o kadar etkilemişti ki, keşiflerimin çoğu şaşırtmadı bile beni. Bu keşiflerden birisi -ki çoğu şeyi daha anlamlı kıldı- yönetmen Darren Aronofsky hakkında olanı. Filmografisine göz attığımda bir başka filmin daha yönetmenliğini yapmış olduğunu gördüm Aronofsky'nin: Requiem For A Dream. Adını duymak bile içinizi sızlattı değil mi? Çoğu sinema takipçisi tarafından gelmiş geçmiş en iyi dram olarak görülür zira Requiem For A Dream. Bunu gördükten sonra The Wrestler'da hissettiklerim fazlasıyla anlam kazanmış oldu.Söylediklerimden de anlayacağınız gibi, The Wrestler, bir dram filmi. Hem de oldukça ağır bir dram filmi. Filmde hayatı konu alınan karakter, (Amerikan) güreşçisi Randy "Koç" Robinson.
Kariyerinin sonlarına yaklaşan Robinson, aslında zamanında alanının en güçlü güreşçilerinden birisiymiştir. Ancak filmde bize gösterilen Robinson, kariyerinin son demlerini yaşayan bir Robinson'dur. Filmde bu dramın arkasına sığınır zaten. Filmde bize bir efsanenin yükselişi ve düşüşü anlatılmaz (bkz: Million Dollar Baby); efsanenin direk düşmüş halinin yaşadığı dram göz önüne serilir. 1 saat 50 dakikaya bu kadar çok duygu yükleyebilmenin sırrı da bu noktadan geçer zaten. Zikrettiğimiz gibi kariyerinin son demlerini yaşayan "Koç" Robinson, bir taraftan güreşlere devam ederken, diğer taraftan ek iş olarak süpermarketlerde çeşitli işlerde görev alır. Aslında zamanının en ünlü güreşçilerinden biridir. Gündüzleri çalışan Robinson, geceleri de yalnızlığına çareyi bir Striptiz klübünde bulur, daha doğrusu oradaki bir kadında: Cassidy'de.Cassidy mesafeyi korumak ister doğal olarak, zira müşterileriyle bir bağ kurması yasaktır. Ancak Robinson'un yanlızlığını onu Cassidy'ye daha da çok yönlendirir.
Robinson hayatını bu sıradanlık içerisinde sürdürürken, kariyeri için önemli olabilecek bir teklifle karşılaşır, Cassidy ile yakınlaşır ve gene Cassidy sayesinde uzun süredir görmediği ve kendisinden nefret eden kızıyla görüşmeyi başarır ve onunla da işleri hafiften yoluna koyar. Ancak film tam işlerin düzeleceğine dair ümitlerimiz artarken bize en büyük dramı o ümitleri bir bir yok etmekle yaşatır. Ancak burda bir kaç paragrafta yazdığımız bunca şeyi o kadar çok ustaca ayrıntıyla donatır ki, bu dramın en büyük ortağı siz oluverirsiniz birden. Mesela bir zamanların meşhur Randy "Koç" Robinson'u atari oyunu bile olmuştur, canı sıkıldıkça yanına mahallenin çocuklarından birini alır ve kendi oyununu oynar Robinson. Ancak çocuk ona yeni çıkmış Call Of Duty IV'ten bahseder ve bir el oynadıktan sonra "satışı koyar" tabiri caizse. Hayatının tamamında yalnızdır Robinson, ve bunu değiştirme çabası her şeyi daha dramatik bir hale getirir. İnişli çıkışlı bir periyodun sonunda film başladığı gibi ring üzerinde son bulur.
Filme dair atlayamayacağım bir ayrıntı, "The Ayetullah" takma adlı güreşçi. "Ayetullah", Randy ile Randy'nin en meşhur zamanında güreşmiş, ülkesinin bayrağının rengi kırmızı, beyaz ve yeşil olan bir güreşçidir. İran? Filistin? Ya da bir başkası. Bu güreşçiyle tekrar güreşen Randy, taşıdığı bayrağı alır, sapını kırar ve bir kenara atar. Belki de bu yüzden Akademi cesaret
edememiştir Mickey Rourke'a Oscar vermeye. "Beşir'le Vals"a veremedikleri gibi.
Netice itibariyle The Wrestler, son zamanlarda izlediğim en dramatik film olmayı başardı. Mickey Rourke'un ise bu filmden sonra 2010'a kadar tam 8 projede adı geçiyor. Bu filmle amaçlanan Mickey Rourke'u geri getirmektiyse, bu konuda başarılı olduklarını söylemek yerinde olur.

Coming Soon 3.2: Public Enemies

Seven Pounds eleştirisinde Will Smith'in sempatikliğinden ve adının altında belirdiği her film için izleyici üzerinde oluşturduğu olumlu bir önyargıdan bahsetmiştim. Sempatikliği eleyecek olursak bu özellik Hollywood'daki bir çok aktörde, aktriste, yönetmende hatta senaristte bulunuyor aslında. İşte onlardan 3'ü, 2009 yazında sinemalarda yerini alacak bir film için bir araya gelmiş: Public Enemies.
Bahsettiğimiz isimler Johnny Depp, Christian Bale ve usta yönetmen Michael Mann. Public Enemies filmi için bir araya gelen bu üç isim, filmi 3 adım öne taşıyor hemcinsleriyle yer aldığı kulvarda.Tabi bu isimleri zikrederken, bir isme de değinmemek haksızlık olur, isim olarak arka planda dursa da, geçen sene aldığı oscar ödülüyle ününü katlayan Marion Cotillard'dan bahsediyorum tabii ki. Diğer 3 isimden de farkı bu zaten. Ne usta yönetmen Michael Mann, ne de Johnny Depp ve Christian Bale gibi önemli iki isim kavuşabilmiş bu ödüle. Henüz.
Public Enemies hakkında göze çarpan ilk şey filmin gerçek bir hikayeden kurgulanmış olmasıdır herhalde. 1930'lu yıllarda Amerika'da John Dillinger'ın (Johnny Depp) liderliğini ettiği soygun çetesi terör estirmektedir. Çetenin banka soygunlarının, silahlı çatışmalarının ardı arkası kesilmez. Bu olayların önüne geçmeyi bir türlü başaramayan FBI, John Dillinger'i "bir numaralı toplum düşmanı"(Public Enemy) ilan eder ve "olaylar gelişir". Gerçek hikayenin sonu bu değil tabii ki ama film kabaca John Dillinger'la FBI arasında olan çatışmayı konu alıyor. John Dillinger'in peşindeki FBI ajanı Melvin Purvis rolünü ise Christian Bale üstleniyor. Marion Cotillard, Billinger'in sevgilisi Billie Frechette rolüyle karşımıza çıkıyor.
Film hakkındaki somut bilgiler bunlar. Sabırsız davranıp Billinger'in hikayesine göz atmak isteyenler olacaktır ama ben kazara bir iki şey gördüm, hiç hoşnut kalmadım. Size de tavsiye etmem. Michael Mann o kadar uğraşmışken, sabırsız davranıp filmi heba etmek pek mantıklı durmuyor açıkçası. Kara Şövalye için 1 yıl, belki daha fazla bekledik. Public Enemies ise Temmuz'da çıkıyor. Bekleriz nedir yani.
















Fragman
480p | 720p | 1080p

Filmin Resmi Sitesi

Eleştiri 3.1: Seven Pounds

Şu adamın yüzünü görüp de sempati duymamak gerçekten çok zor. Will Smith, Hollywood'un en sempatik isimlerinin başında geliyor belki de... Böyle olmasında hem oynadığı rollerin, hem yaşantısının, hem de başarıyla yaptığı farklı farklı işlerin rolü büyük elbet. Bad Boys ile çarptı ilk gözümüze, daha sonra Men In Black ile popülerliğini arttırdı. Ali filmiyle gitgide artan ünü, Ben Robot(I, Robot), Aşk doktoru(Hitch), Umudunu Kaybetme(The Pursuit Of Happiness) derken I Am Legend filmiyle tavana vurdu. Arkasından Hancock geldi, ve Seven Pounds.1990 yılında "ABC Afterschool Specials" dizisinde aldığı rolü kariyerinin başlangıcı kabul edersek, 19 yıllık kariyerinde her seneye bir film zar zor düşüyor denilebilir. Buna rağmen kendini asla unutturmayan, çoğu kişi tarafından tanınan ve sevilen bir aktör olmayı başarmış. 2 Oscar adaylığı da şüphesiz bunun bir göstergesi. Bütün bunları göz önüne alarak, başrolünü Will Smith'in üstlendiği bir filme dair umutlarımız en başından yeşeriyor zaten.Seven Pounds, belki de başrolünün Will Smith olmasının arkasına sığınabildiği bazı noktaların katkısıyla izlemeye değer bir film olmayı başarıyor. Böyle söylüyorum zira sıkılıp filmi tamamlayamayan kişilere rastladım maalesef. Bazı filmlerin düşük temposu ister istemez soğutabiliyor filmden. Ancak ben bu filmden sıkılan birisinin tempodan değil filmin başlarındaki karmaşadan etkilendiğini düşünürüm. Zira filmi 15-20 dakika izledikten sonra farkediyorsunuz ki, hala bir şey anlamamışsınız. Ancak bu kötü niyetle değil, bilakis iyi bir niyetle, izleyici için yapılmış bir iyilik. Parçalar yerine oturdukça anlıyorsunuz ki bu senaryo standart bir biçimde ilerlese film etkileyici olmaktan çıkıp klişelerden müteşekkil bir zaman kaybı haline gelebilir.Bu sözlerimi bir garanti belgesi olarak nitelendirebilirsiniz. Yani filmi sonuna kadar izledikten sonra kimsenin bu filmi bir zaman kaybı olarak nitelendirebileceğini düşünmüyorum. Temposu ise sadece ilk 40-45 dakikada düşük gelebilir, film anlam kazandıkça tempo da artıyor zaten.
Bu filmde Will Smith'in üstlendiği karakter günlük hayatımızda rastlayamayacağımız kadar "iyi" birisi. Sebep olduğunu düşündüğü bir olayı telafi etmek için kısasa kısas uygulamaya karar verip hayatının -geri kalanını- buna adıyor. "Kendime uzun süredir iyi davranmamıştım" derken özetliyor bu amaç doğrultusunda hayatını ne hale getirdiğini.Will Smith'e bu filmde Rosario Dawson eşlik ediyor. Onun da oyunculuğu Will Smith kadar etkileyici. Kendisini tanıyanlar için film daha çekici hale geliyor doğal olarak.
Filmde işlenen dram kendini en çok son yarım saatte hissettiriyor. Olay tamamen çözümlendikten sonra, oluşan üzüntü ve endişe kanınıza iyiden karışıyor ve son dakikalar seyre doyulmaz bir hale geliyor bu duyguların etkisiyle. Bu yüzden bölük pörçük değil, bir bütün halinde izlenmesi gereken bir film Seven Pounds.Gariptir ki elleriniz klavyeye vardığında uzun uzadıya bahsedilecek pek bir şey bulamasanız da filmi hatırladığınızda size o duygu yüklü dakikaları hatırlatıp etkisini her an hissettirebiliyor. İnşa ettiği değerler üzerine çelişki içermeyen karakterleri ekleyerek oluşturduğu bütünlük hafızanızda derin yer ediyor. Hep gülümserken görmeye alıştığımız Will Smith profili bu filmde Kemal Sunal'ın "Gülen Adam" filminin sonundaki o dramın bir benzerini film boyunca yaşatıyor aslında bize.Seven Pounds, -en azından- izlemeye değer bir film. Ancak bana göre bundan daha fazlası. Başyapıt denemeyebilir ama kaliteli bir dram. Hakkında yazabileceğim şeyler bu yüzden kısıtlı. Her kaliteli dram gibi kelimeler hissettirdiklerinin yanında çok zayıf kalıyor.

Coming Soon 3.1: Star Trek The Movie

70'lerin Dünyaca ünlü bilim kurgu dizisi Star Trek film oluyormuş. Böylesine ünlü bir dizinin üstüne sinema sektörünü Star Wars serisine kaptıran yapımcılar geç bile kaldılar. Dünya sinema tarihi yüz yılını doldurmaya adım adım yaklaştıkça, üretim sıkıntısı çeken ya da büyük çapta hasılatlar elde etmek isteyen yapımcıların sırtını geçmişe yaslaması daha kolay oluyor elbet. Zamanlama yanlış değil doğru olabilir bu bakımdan. Filmin önemli isimleri Chris Pine, Zachary Quinto(Heroes'in kötü adamı Sylar) ve Eric Bana. İçlerinde en çok göze çarpan isim Eric Bana elbette. Filmin yapımcıları arasında Lost'un senaristi Damon Lindelof da var. Yönetmen Mission Impossible III'ün yönetmenliğini yapan J.J. Abrams, aynı zamanda Lost'un pilot bölümlerini yönetmiş. Senaristler Roberto Orci ve Alex Kurtzman Transformers, MI:III, The Island gibi filmlerin senaristliğini yapmışlar.
Kadro güçlü diyebiliriz, yayınlanan 3 fragmandan gördüğüm kadarıyla efektler gerçekten etkileyici. Fragmanlardan anladığım kadarıyla bir "seçilmiş çocuk" var ve uzay alemine giriyor, Eric Bana bu çocuğun iyi taraftayken kötü tarafa geçen babasını canlandırıyor(galiba), Zachary Quinto ise çocuğun bir yanında, bir karşısında; fragmanlardan çıkaramadım o mevzuyu. Filme dair kareler, posterler ve fragman linkleri aşağıda, resimlerin üstüne tıklayarak yüksek çözünürlüklü versiyonlarına ulaşabilirsiniz.
Posterler







Filmden Sahneler









Fragmanlar
Fragman #1
480p | 720p | 1080p
Fragman #2
480p | 720p | 1080p
Fragman #3
480p | 720p | 1080p

Filmin Resmi Sitesi