Sinema, hayatın yağmuru bardaktan boşanırcasına yağarken altında ıslanmadan barınabileceğiniz en iyi sığınaktır.
Amerika'da son dönemlerin en popüler filmlerinin arasında toplumsal özeleştirilerin de yer aldığı su götürmez bir gerçek. Amerikan toplumunun içine düştüğü toplumsal bunalım, monotonlaşan ve amaçsız hale gelen hayatlarının üzerilerinde oluşturduğu depresif hava her fırsatta sinema yapımlarına da yansıyor muhakkak. Belki de bu özeleştirinin sinemaya yansıdığı filmlerin atalarından birini seçtim bu haftasonu tavsiyesi için: American Beauty
Lester Burnham(Kevin Spacey), anlamsız hayatını amaçsızca yaşayan bir aile babasıdır. Karısı ve ergen kızıyla olan ilişkileri eskisi gibi değildir ve daha kötüye gitmektedir. Mutluluğa uzun bir süredir uzak kalan bu adam, bir gün kızının arkadaşı Angela'yı(Mena Suvari) görür ve O'na takıntılı hale gelir. Artık tek amacı, öz kızı yaşındaki Angela'nın ilgisini çekebilmektir.
Temelde Lester'in öyküsü etrafında ilerleyen film, diğer aile bireylerinin de öykülerini anlatarak bu ailenin hayatındaki trajedi ve dramı yerine göre farklı biçimlerde işler.
1999 Yılı Akademi Ödülleri'nde En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu dahil tam 5 Oscar alan bu aile dramı, Hollywood'un unutulmaz filmleri arasında baş köşelerden birinde yerini almıştır.
İlginç Anektod: Filmin afişinde üstünde gül yer alan bayan göbeği için binlerce kız arasından eleme yapılmış ve filmin başka hiç bir yerinde üzerine rol düşmeyen Chloe Hunter'ın göbeği seçilmiştir.
Film Müziklerinden Seçmeler: Free - All Right Now ve The Who -The Seeker filmin müziklerinden dinlenilesi parçalar.
Filmin Fragmanı:
7, 6 ve 5 numarayı daha önce tanıtmıştık.
Kaldığımız yerden devam ediyoruz...
#4 - William Friedkin
Namı:
Friedkin daha çok dram/heyecan yapımlarıyla nam salmıştı - The French Connection, The Boys In The Band ve komedi olarak The Night They Raided Minsky’s filmleri gibi.
Friedkin film stüdyosunun korku filmleri için ilk tercihi değildi - Stanley Kubrick, Mike Nichols ve Peter Bogdanovich gibi yönetmenlerin adı Friedkin'den önce geçmişti.
Korku Yapımı: The Exorcist (1973)
Zavallı Regan McNeil (Linda Blair) ergenlik döneminden endişe duymaktan daha büyük bir probleme sahiptir: bir şeytan tarafından deli edilmiştir.
İki rahip (Jason Miller ve Max von Sydow), Regan'ın içindeki şeytanı çıkarmak için gelirler ama Regan'ın doğaüstü güçlere sahip hale gelen vücudu şiddet ve kan dolu bir mücadele vermeden vazgeçmeye niyetli değildir.
The Exorcist Fragmanı:
Filmlerdeki İmzası:
Friedkin'in belgesellerdeki çalışma tarzı The French Connection ve The Exorcist gibi filmlere de yansımıştı - fark yoktu, son derece sivri, yüzünüze çarpılan bir deneyimdi, bu da arkaplanda filmin gerçekliği iddia edilen bir hikaye üzerine yapıldığı gibi bir izlenim bırakıyordu.
Genel Görüşler:
Tepkiler karışıktı. The New Republic bayılmıştı: "Yıllardır gördüğümüz en iyi korku filmi - yıllardır gördüğüm tek korku filmi."
Ama New York Times farklı bir görüşe sahipti: "Kocaman, süslü bir esrar zırvası. Filmin rayına oturması hemen hemen imkansız. Komik ve saçma özel efektler için adi bir standart koyuyor."
O yılın en popüler ikinci filmi seçilmişti.
#3 - Francis Ford Coppola
Namı:
Roger Corman’ın Dementia 13'üyle saçma bir başlangıç yaptıktan sonra, Coppola'nın kariyeri Finian’s Rainbow, The Conversation ve The Godfather filmleriyle birden yükselişe geçti.
Daha çok bir dram yönetmeni olarak görülüyordu, gene de mafya filmleri ve Apocalypse Now korku adına kendi paylarını almışlardı.
Korku Yapımı: Dracula (1992)
Coppola, bu uyarlama filmiyle Bram Stoker'in efsanevi vampir öyküsüne çok derin bir dalış yapmıştı.
Gary Oldman ölümsüz diş geçiriciler kulübü üyesiydi (Dracula) ve Keanu Reeves katı Jonathan Harker olarak rol almıştı, Winona Ryder ise Mina rolüyle somurtuyordu, Antony Hopkins ise Van Helsing rolüyle ortalığı renklendiriyordu.
Dracula Fragmanı:
Filmlerdeki İmzası:
Daha çok stiliyle ve filmin görünümüyle belli olurdu - Coppola dönem filmlerinde ılık renkleri severdi ve Dracula da farklı değildi.
Ayrıca daha çok pratik ve kullanışlı efektleri severdi, her ne kadar yüksek teknolojiyle biraz karıştırsa da.
Genel Görüşler:
Görüşler değişiyordu - Oldman'ın Dracula ile yaptığı dönüş oldukça övgü topladıysa da, film bazı yönleriyle tatsız gelmişti.
"Bir süre sonra, film bildiğimiz sarmısak muhabbetine dönüyor, diş izleri falan, ve tabii ki kan emicileri öldürmek hakkında herşeyi bilen Van Helsing diye bir kardeş çıkıveriyor." demişti Entertainment Weekly dergisi.
Gene de, Coppola'ya paçayı kurtarması için yeterince para katkısında bulunmuştu.
Annesi yiyecek ararken hayatını yitirince hayatı öğrenme yolunda doğada tek başına kalan sevimli bir yavru ayı, dağlarda kendi başına hayatını sürdürme çabası içine girer.
Öte yandan geçimlerini ayıları avlayıp postlarını satarak sağlayan iki avcı, büyük bir ayının peşine düşerler.
Bu büyük ayı ise, kimseniz kalan yavru ayıyı sahiplenir ve bu avcı-av kovalamacası farklı bir boyut kazanır.
Hayvanlar ile insanlar arasındaki ilişkiyi biraz dramatik, biraz eğlendirici ve biraz heyecanlı bir şekilde işleyerek konu alır film.
Boş ve uykulu olmadığınız bir zamanda, eğlenmek ve güzel vakit geçirmek için kendi başınıza ya da ailenizle izleyebileceğiniz bir macera filmi.
Filmin başlarındaki belgesel tadındaki sahneler zaman zaman izleyiciyi bunaltsa da, sonlara doğru farklı bir boyut kazanan bu doğa hikayesi, Avrupa Sineması'nın başyapıtlarından biri olmuştur.
Filmin Fragmanı:
Dünya'nın en büyük sinema sitesi IMDb'nin En İyi 250 Film listesi olduğu gibi En Kötü 100 Film listesi de mevcut. En düşük puanlı bu 100 film arasında 3 tane yerli yapım var, sırasıyla 30, 61 ve 73 numarada yer almışlar.
73 - Keloğlan Kara Prens'e Karşı [2006]
3,118 kişinin oy verdiği filmin ortalaması 10 üzerinden 1,9.
4,755 oya sahip ve ortalaması 1,8/10.
30 - Emret Komutanım: Şah Mat [2007]
Gelelim liderimize(!). IMDb'deki Türk filmleri arasında ortalaması en düşük olan filmimiz 2,007 oy ve 1,6 ortalamaya sahip. En düşük ortalamalı filmimizin diğerlerinden -1 yıl da olsa- daha sonra çekilmiş olması sinemamızın günden güne daha yükseklere gideceğinin bir belirtisi belki de.
Bir diğer ayrıntı, 3 filmin de bir oyuncusu ortak. Derece yapan tüm filmlerde yer almak nasıl bir duygu sormak lazım Mehmet Ali Bey'e.
En iyi 250 film arasında Türk filmi var mı diye soracak olursanız, Eşkiya geçtiğimiz yıl kısa süreli de olsa girmeyi başarmıştı ancak yeni çıkan filmler onu tekrar liste dışına çıkardı.
Klasikleri izlerken her zaman temkinli davranırım. Zira Hollywood yapımcılarının en sevdiği şeylerden birisi klasikleri sömürmektir. Bundan 50 yıl önce rekorlar kıran bir film, bugün bize çok sıkıcı gelebilir, zira klişelerle doludur. Ancak o 'klişe'ler, zamanında sinema tarihi için birer devrim niteliği taşımıştır aslında.
Bu konuda izleyip en çok hayal kırıklığına uğradığım klasik filmlerin başında Seven Samurai gelir. IMDb Top 250'de an itibariyle 14. sırada olan bu film (benim izlediğimdan yanlış hatırlamıyorsam ilk 10'daydı) küçük bir kasabayı tefecilerden koruma görevini üstlenen 7 samurayın hikayesini konu alır.
Bu filmi izleyip -ki yarıda bırakmıştım hiç adetim olmadığı halde- yaşadığım hayal kırıklığının şokunu atlatmaya çalışırken, klasik filmlere olan yaklaşımımın değişmesi gerektiğini anlamıştım. Klasik bir film izlerken asla, o filmden sizin üzerinizde derin etki bırakmasını, hayatınızda izlediğiniz en güzel filmler listenizde -eğer öyle bir liste varsa- en üst sıralara yerleşmesini (hayatımız istatistik olmuş) beklememeniz lazım. Çünkü her film çekildiği döneme aittir ve o dönemin koşulları altında değerlendirilmelidir.
Ama bu demek değildir ki her klasik film bunaltıcı ve klişelerle dolu olmak zorunda. Aslına bakarsanız, Seven Samurai haricinde izlediğim klasik filmlerin hiç birisinden sıkılmadım şimdiye kadar. Tavsiyem, eğer klasik film izleyecekseniz korku filmi olmasın, yeter.
Citizen Kane (1941), Casablanca (1942), 12 Angry Men (1952), On The Waterfront (1954), Charade (1963)... gibi 50'lere uzanan bu klasik filmlerin çoğu beni şaşırtıcı derecede etkilemiştir mesela.
Bugünse şimdiye kadar (saçma bir şekilde kendimi hazır hissetmediğim gerekçesiyle) izlemeyip hep sonraya sakladığım bir başyapıtı izledim sonunda: Sunset Blvd. 1950 yapımı bu film, yani başyapıt, izlediğim klasikler arasında en iyilerinden birisiydi, tam da beklediğim gibi.
Filmin hikayesinden ziyade konusundan kısaca bahsedecek olursak, Hollywood'u ve oradaki film endüstrisinin birer parçası olan insanları konu alıyor Sunset Blvd.
Filmin ismini aldığı bulvarsa (Sunset Bulvarı) tahmin edeceğiniz gibi Hollywood'da ünlülerin oturduğu bir cadde.
Film, işsiz bir senaryo yazarının alacaklılardan kaçarken saklandığı eski bir malikaneye girmesiyle başlayan macerası anlatılıyor.
Sunset Blvd, özünde bir dram filmi. Baş karakterimizin malikanede tanıdığı sessiz sinema zamanında döneminin en ünlü aktrislerinden birinin, hem yaşlanınca popülaritesini yitirmesini, hem de gelişen endüstride sessiz filmlere yer kalmamasını kabullenememenin, geri planda kalmayı sindirememenin verdiği acıyla içine girdiği bunalımı kullanarak -gökyüzünden kayan- bir yıldız olmanın dramını yaşatıyor bizlere.
Senaryosunun yanında inanılmaz akıllı ve ince esprileriyle eşsiz bir mizah anlayışına sahip, zaman zaman romantizme yer vermeyi de ihmal etmeyen Sunset Blvd, kesinlikle izlenilmesi gereken bir sinema klasiği.
Filmin IMDb Linki
Daha önceden vadettiğimiz gibi, Türkçe uyarlamaları yayın hayatına son vermek zorunda kalan dünyanın iki büyük sinema dergisi Empire ve Total Film'den çevirilere devam ediyoruz. Bugünkü yazı ise Total Film'den bir çeviri:
"7 Respected Directors Who Did Horror" (Korku Filmi Çekmiş 7 Büyük Yönetmen)
Yazı biraz uzun olduğundan bu çeviriyi 3 parça halinde yapmayı uygun buldum. Bugün 5, 6 ve 7 numaralı isimlerden bahsedeceğiz.
#7 - Kenneth Branagh
Namı:
Shakespeare, Shakespeare, heyecan, komedi dram, Shakespeare… Korku.
Bard'ın görüntü potansiyelini yükseltirken Dead Again'i çekeren daha korku dolu bir şeyler yapmak istediğini gösteren bir adam.
Daha sonra başka bir klasik yazarına takılarak doğru dürüst bir korku filmi yapmayı başardı.
Korku yapımı:
Frankenstein (1994)
Hikayeyi biliyorsunuz, bir bilim adamı (Branagh) annesini kaybetmenin acısıyla savaşırken ölü vücudunun parçalarından bir yaratık yaparak geri hayata döndürür.
Yaratık Robert De Niro'ydu. Bolca çığlık vardı.
Frankenstein Fragmanı:
Filmlerdeki İmzası:
Kendini "erik" rollerle oyuncu seçiminde bir kenara koyuşunu mu diyorsunuz? (İyi bir oyuncu, bu yüzden buna izin vardı, eleştiriler bu konuda ona karşı pek olumlu olmasa da).
Genellikle sadeliği tercih ederdi, yani, filmlerini öyle tasarlardı ve Frankenstein de farklı değildi.
Genel Görüşler:
Hmm... Pek de iyi değil.
"Kenneth Branagh gerçekten bir yaratık oluşturdu, ancak kendine özgü görünecek bir türden değil. Yapımcılıkta büyük bir hayal kırıklığı olsa da, film gene de Box Office'de az çok bir kar elde edebildi," dedi çoğunluk.
Ve bu konuda iki yönden de haklıydılar - film bir kar elde edebildi, ancak çok da büyük bir kar değildi.
#6 - Brian De Palma
Namı:
O günlerde, kendisini tüm film türlerini çeken bir yönetmen olarak bilirdik, her ne kadar kendisi korku ve dram filmlerinden diğer filmlere nazaran daha çok keyif alsa da.
Ama geçmişe, 60'lara ve 70'lerin başlarına gittiğimizde, kendisi daha çok bir komedi yönetmeni olarak biliniyordu (özellikle 1969'daki The Wedding Party'den sonra).
Korku Yapımları:
Sisters (1973), Carrie / Günah Tohumu (1976)
Carrie (Günah Tohumu), elbette ki De Palma'nın korku filmi geçmişindeki en önemli isimdir, sahilden çok uzağa düşmüş sessiz küçük bir kızın (Sissy Spacek) okul kabadayılarıyla mücadele ederken psişik güçlerini kullanmasıyla başlayan ürpertici hikayesi.
Sisters, Margot Kidder'ın ikizlerin ikisini birden oynadığı, yıllarca beraber yaşadıktan sonra ayrı düşen iki kardeşin ve bu ayrılığın onların çevresindeki herkese etki eden korkunç sonuçların bir hikayesi.
Carrie Fragmanı:
Filmlerdeki İmzası:
Da Palma'nın filmleri genellikle sembolizmle dolup taşmıştır, ve görsel efektlerle kaplıdır, ve Carrie'de aşırı derecede kan vardır.
Ayrıca diğer yönetmenlere saygısını filmlerindeki göndermelerle belirtmesiyle bilinir - Hitchcock'un tarzı Sisters'ın ver Carrie'nin her tarafında hissedilir.
Genel Görüşler:
Sisters karışık bir tepki aldı - Roger Ebert, herşeye rağmen, tepkileri kabullenmiş görünüyordu.
Ama genellikle bir B-Film olarak değerlendirildi.
Diğer yandan Carrie, oldukça sansasyon yapmıştı, yığınla olumlu görüş topladı, New West dergisinin ilanıyla: "Bir korku klasiği, bu günden sonra senelerce hakkında konuşulacak ve tartışılacak, yeni nesil film yapımcılarının ışığını keserek korkulu rüyaları olacak."
#5 - Don Siegel
Namı:
Kariyerine bir kurgu yapımcısı olarak başlamış, Elvis'le çalışarak bitirmişti, Lee Marvin ve özellikle Clint Eastwood, ve diğerlerinin arasında bir kariyer sürmüştü.
Siegel savaş filmlerinde ustaydı, kovboy filmleri ve dram filmlerinde (The Big Steal dahil) ve kariyerinin sonlarına doğru, Dirty Harry'yi çekti.
Ama 1956'da onu bir bilim kurgu-korku filmini yaparken ve sonsuz bir yeniden çevrim yoluna girerken gördük...
Korku Yapımı:
Invasion Of The Body Snatchers (1956)
Snatchers ufak bitkilerden yetişen insanların istilasına uğrayan küçük bir California kasabasının hikayesini anlatır.
Kasabanın doktoru Miles Bennell (Kevin McCarthy) başta hastalarının bir hastalıktan acı çektiğini düşünür, ancak kısa zamanda farkeder ki hepsinin iddia ettiği sevdikleri kimselerin başkalarıyla değiştirildiği gerçeği tamamiyle doğrudur...
Invasion Of The Body Snatchers Fragmanı:
Filmlerdeki İmzası:
Kameranın yerinden oynadığı çok nadirdir ve yönetmen arkaplanda bir şortla çalışır, ve ikinci olarak, nasıl daha hızlı ve daha ucuz çekebileceğini öğrenmiştir.
Ayrıca, montajlamadan edindiği tecrübesi filmin parçalarının çok güzel bir şekilde düzenlenmesini ve çekilmesini sağlamıştır.
Genel Görüşler:
Çoğunluk, büyük ilgi göstermişti, gene de birtakım şüpheli görüşler vardı: "Bu gerilim, bilim kurgunun olağandışı parçası bazen bilimsel dayanağının garipliği yüzünden takibi güç bir hale geliyor. Buna rağmen aksiyon gittikçe heyecan verici oluyor."
Body Snatchers genellikle olumlu görüşler aldı ve takip eden yıllarda bilim kurgu-korku türüne ait bir klasik olarak kabul edilmeye başladı.
"Ever wanted to be someone else?" (Hiç bir başkası olmayı istediniz mi?)
Enteresan karakterler ve enteresan hayatları. Tüm bu enteresanlığa eklenen enteresan bir olay ve gittikçe enteresanlaşan bir film.
Mümkün mertebe saçmalamamaya çalışsam da bu film için bir şey yazamıyorum maalesef. Farklı, eğlenceli ve şaşırtıcı bir film. Kritiğini yapmaktan ziyade sizi direk filme yönlendirmeyi tercih ettim. Sırf oyuncuların performansları için bile izlenebilir. Size yapabileceğim en büyük iyilikse fragmanını vermek olur bu saatten sonra.
Filmin Fragmanı:
Nerde bir uçuk kaçık proje olsa, nerde bir deli-manyak film çekilse altından bu ikisi çıkıyor be kardeşim. Çatlak profesör Tim Burton'la kankası Johnny Depp. Şimdiye kadar hepsinde de fantastik ögeler bulunan 6 filmde çalışmışlar. Hangileri derseniz hadi hep beraber hatırlayalım.
1- Edward Scissorhands
1990 yapımı filmin yönetmenlik koltuğunda Tim Burton oturuyor. Johnny ile ilk çalışmaları bu film aynı zamanda. En kısa zamanda izleyip kritiğini sizinle paylaşmak istiyorum. Burton daha o günlerden kankasına sıkıca sarılarak onu asla bırakmayacağı mesajını veriyor bizlere.
2- Ed Wood
Sinema tarihinin en kötü yönetmeni olarak bilinen Edward D. Wood Jr'ın hayatını konu alan film herhalde ana karakterin biyolojik anlamda en çok insana benzediği filmleri olmuş muhteşem ikilinin. 1994 yapımı.
3- Sleepy Hollow
1999 yılında çekilen film bizimkiler iyice zıvanadan çıkmadan önceki son filmleri aynı zamanda.
4- Charlie and the Chocolate Factory
2005 yılında ikiliyi tekrar biraraya getiren proje çatlamaya başladıklarının belirtisi aynı zamanda. Ayrılmaz ikili bu fantastik filmle iyi bir başarı yakalıyorlar.
5- Corpse Bride
Damadımız Johnny ile nedimesi Tim elele tutuşmuş filmin gişe hasılatını bekliyorlar. Charlie'nin Çikolata Fabrikası'yla aynı yıl çekilen bu animasyon filminde Johnny Depp damadımızı seslendiriyor.
6- Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street
2007 yılında evrimlerinin son aşamasına ulaşan ikili artık normal bir film çekemeyeceklerini anlıyorlar ve katil berber Sweeney Todd'u -tekrar- beyazperdeye taşıyorlar. Çevremdekilerin aksine benim çok keyif aldığım bir film. Johnny Depp yakında tekrar bir müzikalle şakımaya devam edecek. Haberini daha önce blogda yayınlamıştım. Tıklayın.
7- Alice In Wonderland (2010)
...Ve nihayet! Daha sıyrık bir projeyle önümüzdeki yıl tekrar aramıza katılacak ikili şu anda meşhur çocuk masalı Alice Harikalar Diyarında'yı beyazperdeye taşımakla meşguller. Üzülerek söylemeliyim ki fragmanda gördüğüm kadarıyla Depp hiç iyi durumda değil. O böyleyse, Burton'un ne kadar uçtuğunu tahmin edemiyorum.
Tim Burton'la Johnny Depp'in beraber yaptığı tüm bu projelerden bahsettikten sonra bir ismi anmadan da olmaz. Bütün projelerinde olmasa da çoğunda ikiliye eşlik eden birisi daha var ki o da yeterince çatlak: Helena Bonham Carter. İkiliye daha önce Sweeney Todd, Charlie And The Chocolate Factory, Corpse Bride gibi projelerde eşlik etmişti. Alice In Wonderland'da da kendisini görme şansı bulacağız.
Filmin Fragmanı:
Hayallerinize hiç olmadığınız kadar yakınken... Onlara parmak uçlarınızla dokunabilmiş ve sahip olmanıza ramak kalmışken...
Aşk... İhanet.... Kıskançlık... Ve bencillik.
Köşelerinde 4 kişi bulunan 2 aşk üçgeni.
Ve parmaklarınızla dokunarak sıcak yüzünü hissettiğiniz hayalleriniz bu duyguların farklı bedenlerde depreşmesiyle ellerinizden kayıp giderken...
Ne yapardınız?
David Aames(Tom Cruise), varlıklı ve bekar bir erkektir. Babasından miras kalan şirket, 7 kişilik bir kurul tarafından işletilirken, o da şirketin şımarık ve umursamaz patronu rolünde gününü gün etmektedir. Bir gün, evinde verdiği bir partide, en yakın dostu Brian'ın(Jason Lee) yeni arkadaşı Sofia'yla(Penelope Cruz) tanışır. Sofia'dan oldukça etkilenen David'in gözü başkasını görmez. Oysa O'nun peşinde de eski flörtü Julie(Cameron Diaz) vardır.
David'le Sofia birbirine yakınlaşırken, David'in aşığı Julie içten içe yaralanmakta ve kıskançlığı gitgide artmaktadır. David'in yakın arkadaşı Brian'sa yeni kız arkadaşı Sofia'yı David'in elinden almasıyla yaralanmıştır. Brian'la Julie arasında geçen bir konuşma Julie için bardağı taşıran son damla olmuştur.
Bir sabah Sofia'nın evinden çıkan David, kapıda kendisini bekleyen Julie'yi görür. Julie onu arabasına davet eder, David istemeden de olsa biner. O arabaya bindikten sonra, David'in hayatı eski haline asla dönmeyecek bir biçimde değişecektir.
O arabaya bindikten sonra değişen yeni hayatında David sadece Sofia'ya olan aşkıyla değil, aynı zamanda şirketin başında bulunan ve şirketi elinden almak isteyen -7 cüceler ismini taktığı- 7 kişilik kurul ve iç dünyasındaki problemleri çözmesi için görüşmek zorunda kaldığı psikolog Dr. McCabe'le(Kurt Russell) olan terapileriyle mücadele etmek zorundadır.
O arabada yaşananlarla kırılma noktasına gelen film, bu noktadan sonra yarı hayal-yarı gerçek bir biçimde ilerlemeye başlar.
Hayallerin sarhoşluğuyla gerçeklerin sarsıcılığı, rüyaların mayhoşluğuyla uyanıklığın sancıları arasında zikzaklar çizerken size adım attığınız dünyanın ne tarafta olduğundan emin olamamanın verdiği gerilimi yaşatan film, her şeyi açıklığa kavuşturmadan önce mümkün olduğunca karmaşık hale getirmeyi tercih eden bir yol izler.
Kısa kısa notlar:
Filmin Fragmanı:
Batman 3 filmi hakkında, özellikle kadrodaki en önemli isimlerden Heath Ledger'in beklenmeyen ölümü sonrası bir çok görüş belirtiliyor. Bunlardan en çok ilgimi çekmeyi başaran bir köşe yazısını sizin için çevirdim. "Batman 3, Zaman ile Başlıyor ve Zaman ile Bitiyor" başlıklı yazıyla sizi başbaşa bırakıyorum.
Geçtiğimiz haftalarda, Batman 3 filmi için ne gibi bir öneride bulunacağıma dair (Batman-on-Film.com'daki yazıdan ya da Christian Bale'in MTV'ye verdiği demeçten yola çıkarak) çok fazla söylenti vardı, yani hep ümit ettiğim (beklediğim) Nolan'a ait bir Batman Üçlemesi'nin olası bir üçüncü filminin içeriğine(Aslında, Kara Şövalye'nin devamı olan filme). Ne yazık ki, söylentiler hep olumsuz bir havada gerçekleşti. Sinema muhabirleri, blogcular, ve benzer hayranlar (burda gördüğüm kadarıyla), Nolan'ın en büyük ve bana göre en iyi işine devam etmeyebileceğine dair pesimist bir hale bürünmüşlerdi.
Herkesin bildiği gibi Kara Şövalye Nolan'dan çok şey götürdü. Yapım sürecinin uzun sürüşü, zorlu IMAX kameralarıyla suç sahnelerinin çekimleri, ve Batman'in kara maskesi filmin üstüne düşen tek karanlık gölge değildi. Heath Ledger, Joker tiplemesiyle Oscar'lık bir performans sergileyen ve her daim hatırlayarak saygıyla anacağımız aktör, film yapım sürecindeyken hayata veda etti.
Her ne kadar ona dair tüm sahnelerin çekimi tamamlanmış olsa da, onun ölümü film üzerine karanlık ve derin bir gölge düşürdü. Ve de özellikle Chris Nolan üzerine. Kara Şövalye'yi izleyen herkesin gördüğü gibi, filmin sonunda Joker'in rolünün son bulmayacağı açıkça belliydi. "Galiba kaderimizde bunu sonsuza dek yapmak var." diyordu Joker, başaşağı sallanırken, yakalanmış, ancak henüz tam anlamıyla kontrol altına alınmamışken - sadece oluşturduğu kaosun bir başka evresine adım atmışken.
Ancak, Heath Ledger'in ölümü (onunla beraber, Joker'in ölümü), üçüncü filmin de bir 'ölü'den başka bir şey olmadığının düşünülmesine sebep oldu. Zira Joker, Kara Şövalye'nin devamı olarak, Batman'in karşısına çıkarak ona engel olmaya devam edecek gibi görünüyordu. Ve problem de işte burada yatıyor.
Batman ve Christopher Nolan'ın burdan nereye devam etme gibi bir şansı olabilir?
Batman Başlıyor, Batman'in doğuşunu ele alıyordu. Kara Şövalye ise hem yükselişini, hem de asla tahmin edemeyeceği kadar derin bir karanlığa düşüşünü. Devamında ise, benim beklediğim kadarıyla, Batman 3 buna benzer bir yapıyı devam ettirmeli. Son film, Batman'in yeniden dirilişini, tekrar üstünlük sağlayışını konu almalı. Ekmek kırıntıları gene orada, Gotham'ın yolunun üstünde yer alıyor.
Ama işte burası, benim düşüncelerimin, benim önerilerimin ayrıldığı nokta.
Herşey zamanla başlıyor ve zamanla bitiyor. Zaman, ya da bir zaman atlaması, Batman 3'e uygulandığında iki yönlü bir çözüm olabilir. Batman Başlıyor ve Kara Şövalye birbirinden çok da ayrı filmler değildi. Bruce Wayne Gotham'a dönüyor ve kendisiyle beraber Batman'i de getiriyor. Batman'in, şehri üzerindeki ilk etkilerini görüyoruz. Ümitliyiz. Heyecanlıyız. Suçlular geri çekiliyor, tereddüte düşüyor ve korkuyorlar.
Ama, Bruce Wayne gibi, bizler de toy sayılırız. Zira diğer yandan Batman'in Gotham'daki belirgin varlığı, şehrin deliliğe doğru yol almasına da sebep oluyor. Kara Şövalye başladığında ise, bize boşlukları doldurmak düşüyor: Batman arkasında kendini O'na adamış bir topluluğa sahip konuma gelmiş. Olması gerekenden çok daha fazla bir sembol haline gelmiş. Artık pelerinli ve maskeli bir ünlü olmaktan çok daha fazlasını ifade ediyor, kurallarını kendi koyuyor.
Daha sonra onun düşüşüne tanıklık ediyoruz, hemen arkasındaysa düşüşe yakın bir Gotham var ve Gotham'ın halkı. İki film arasındaki zaman farkı biraz da zorunluluktan meydana geliyor. Aynı madeni paraya ait iki yüz, biri parlıyor, diğeriyse yanmış ve kararmış. Ancak Batman 3 de aynı dinamizmi izlemek zorunda. Koşullar farklı olabilir, elbette, Batman 3 kaldığı yerden karanlık gecelere hızla ve kolayca giriş yapabilir. Ama buna hiç mecbur değildi. Ve şu anda da mecbur olmamalı.
Batman 3 yıllar sonrasını konu almalı, onlarca yıl olmasa bile, gelecekten bir zamanı. Yeniden doğuşun 3 günde olması gerektiğini kim söyledi ki? Gotham yaşlandıkça, karakterler de yaşlanacak (bu sayede Joker karakterinin tekrar filmde yer almasından kaçınılmış olacak). Gotham yaşlandıkça, çıkarlar değişecek. Gotham, çökmüş bir şehir, artık yıllardır dibe batmış durumdadır. Hiç ümidi olmayan bir şehir haline dönmüştür. Kahramanı olmayan bir topluluktan ibarettir.
Batman, hala güvenilmeyen bir sembol konumundadır. Batman, halen Rachel'in kaybıyla parçalara bölünmüştür. Harvey'nin kaybıyla. Alfred'in kaybıyla - o da filmden çıkmak zorunda. Ama bizim karşımıza daha olgun bir Batman gelmiştir. Onlarca yıl geçtikten sonra, onca acıyı çeken, 'görmüş geçirmiş' bir Batman. Öyle bir Batman ki, her zaman koruduğu insanlar kendisinden nefret etmiş. Onların gözünde iyi birisine dönüşmek için asla kendisine izin vermeyen bir Batman. Öfkesini, acısını, tutkusunu en iyi şekilde kullanmayı bilen bir Batman, daha önce gördüğümüz gibi sadece yaptıklarını düşünen bir Batman değil. Daha olgun.
Uzun bir zaman atlaması yapımcılara da daha geniş bir proje alanı sunacaktır. Evet, Alfred'i kaybetmek zorunda olabiliriz, ama belki de onun yerini Lucius Fox doldurabilir. Belki bir uşak değil, ama sırrını paylaşabileceği yakın bir dost ve Wayne Malikanesi'nin arkaplanında yer alabilecek bir mühendis. Belki tüm bu zaman diliminde Joker yakalanmış, ve Arkham'da zaptedilmişti, ama artık hapisten kaçmayı başarmıştı. Bu durumda Joker'in aynı görünmesine gerek yok, aslında, görünmemeli. Çarpık zekası daha da derinleşmiş, içindeki delilik daha da artmış ve onu daha çılgın bir hale sokmuş olmalı.
Ve Batman, ve Bruce Wayne nihayet düşüşüne, dibe batışına göğüs gerebilecek hale gelmeli. Kendi dünyalarında yaşadıklarıysa bizim görmediğimiz, iki film arasındaki zaman dilimine gömülmeli. Eski yaralar(filmde eski, ancak biz izleyiciler için yeni), uzun süredir orda olan ancak asla iyileşemeyen tüm yaralar filmde bir bir deşilmeli.
Üzerinden zaman geçmiş bir hikaye daha varlıklıdır. Adım adım inşa edilen bir üçlemeyi tamamlamak için iyi bir ruhsattır-işin başında bu şekilde düşünülmemiş olsa bile. Ayrıca ileri zamanda geçen bir hikaye senaryodaki çatlakları kapatmak amacıyla geri dönüşlerle(İng. flashback) hikayeyi besleyebilir, mevcut durumu daha fazla açıklığa kavuşturabilir ve ayrıca bize geçen yıllara dair bir aksiyon yaşatabilir.
Penguen'le olan kavgalar. Kedi Kadın'la. Riddler'la(Eski Batman filmlerinin kötü kahramanları). Yani Nolan'ın Batman filmlerinde baş karakter olarak yer bulamayan bu karakterler, geri dönüşlerle hikayeye derinlik kazandıran karakterler olarak kullanılabilir. Batman 3 her filmin oluşturduğu gereksiz mirasın üzerinden hızlıca geçebilir. Geleceği anlatan bir hikaye ile, diğer hikayeler gibi, mesela Örümcek Adam 3'teki gibi, biz hiçbir şey bilmeden çoktan gerçekleşmiş olaylar yer alabilir. Bizse sadece olayların etkilerini görürüz, onlarla hikayeye ortak oluruz.
Nolan'ın Batman Üçlemesi asla Batman'in çılgınlıkları ve maceralarından oluşan bir seriden ibaret olmadı, ve hala öyle değil. Bize 'Haftanın Suçlusu Maskeli Kahraman'ı anlatmadı. Nolan'ın Batman'i, bize umudun ve inancın, yozlaşma ve şeytanlaşma üzerine galip gelişini anlatan bir ders. Batman Başlıyor çok çok başlangıcı anlatan bir film olabilir, Kara Şövalye de bir başlangıç, hatta belki önceki filmden daha da belirgin bir başlangıç.
Ama bir 'orta'ya ihtiyacımız yok. Ben hikayenin ortasını istemiyorum. Bana hikayenin ortasını 'anlat', bırak onu ben hissedeyim, son başlamadan hemen önce bileyim. Benim istediğim şey hikayenin sonu. Batman 3 ise bu hikayenin ihtiyacı olan son olmalı. Çoktan üstünlüğünü ispatlamış bir üçlemenin dokunaklı finali olmalı.
Ve bu da zamanla başlıyor ve zamanla bitiyor. Batman 3'ün yer alacağı gelecek, soğuk ve umutsuz bir gelecek, çağdaş zamanın kriterlerinin artık geçerli olmadığı bir gelecek, daha cesur ama önceki filmlerle aynı tonaja sahip bir yapıya izin veren bir gelecek, bir kurtarıcıya şiddetle ihtiyacı olan bir gelecek - öyle bir kahraman ki üzerindeki külleri atarak isteksizliğinin ve yorgunluğunun üstesinden gelebilmeli, korkusunun, ve uzun bir süredir yapması gereken farkı yapamayışının.
Ve bunun ismi ilk Batman Başlıyor'daki gibi yalın değil, Kara Şövalye'deki gibi sert değil, basit, ama düşündürücü olmalı, son filmin ismi, "Batman" olmalı.
5 yıl, 10 yıl dahi alsa da, bu seri, finalini kesinlikle hak ediyor. Ve bize bu finali yaşatacak kişi Christopher Nolan olmalı. Bir kapanışla. Umut verici bir şekilde. Batman ile.
**************************************
Bu yazı, orijinalden tercümedir. Yazının kaynağı için tıklayın.
**************************************
Bir sinemasever olarak, bir blog yazarı ve bir Batman tutkunu olarak ben de bu yazının üzerine bir iki şey söylemek isterim.
Bu yazıyı çevirmemdeki amaç, farklı bir fikir sunmasıydı. Heath Ledger'in ölümünden sonra kimileri için seri devam edemez durumdaydı, kimileriyse onun yerini başkasının doldurabileceğine inanıyordu.
Bana göre ise, hikayenin hemen sonrasını anlatan bir devam filminde Ledger'in rolüne bir başkasını koymak saygısızlık olacaktır. Bu rolü kabul etmeye cesaret edecek aktör de çıkar mı bilemiyorum. Bu bağlamda, bu yazıda söylenen şey bana mantıklı gelmiyor değil. Batman serisinin 3. filmi çekilmeli, ve Nolan'ın Batman'i 3. filmle son bulmalı. Bu sonun da görkemli olması için Joker'e ihtiyaç var.
Aradan yıllar geçmişse, Joker'i de yaşlı haliyle görebiliriz. Ve bu role de ilk kez Joker'i canlandıran Jack Nicholson yakışabilir. Bütün bu fikirler mutlaka değerlendirilecektir, benim için karakterlerden çok bir 3. film olması önemli, ama tek istediğim, projenin başında Nolan olması.
Değerli görüşlerinizi yorumlara bekliyorum, sağ taraftaki anketten de oy kullanabilirsiniz.