Perşembe, Mart 11

Alternatif Film Afişleri #3: Kill Bill (Vol.1 & Vol.2)

Vol.1:


"The venom of a black mamba can kill a human in four hours, if, say, bitten on the ankle or the thumb. However, a bite to the face or torso can bring death from paralysis within 20 minutes. Now, you should listen to this, 'cause this concerns you. The amount of venom that can be delivered from a single bite can be gargantuan. You know, I've always liked that word... "gargantuan"... I so rarely have an opportunity to use it in a sentence. If not treated quickly with antivenom, 10 to 15 milligrams can be fatal to human beings. However, the black mamba can deliver as much as 100 to 400 milligrams of venom from a single bite."

Vol.2:

Nolan'dan Superman Filmi Yolda

Her ne kadar çocukluğumdan beri favori süper kahramanım Batman olduysa da, Superman de her çocuk gibi ilgimi çeken, kendini izlettiren bir isim olmuştur benim için. Nolan Batman'i eline alıp ortaya tüm zamanların en iyi süper kahraman film(ler)ini çıkarınca, tek ben değildim herhalde Superman'e de el atmasını isteyen. Batman'i derin anlamlar ve hikayelerle tam bir efsaneye dönüştüren bu adamın elinden bir de Superman filmi izlemek fena olmazdı neticede.

Mutlu haber dün geldi. Nerden esti bilmiyorum ama Nolan ya birilerinin sesini duydu, ya da içindeki sesi dinledi, zira Superman filmi çekeceğini açıklamış. İlk paragrafa ihanet etmeyeyim, ben hala en çok Batman 3'ü merak ediyorum(Inception'la birlikte) ama Superman de kendince bir yere sahip süper kahramanlar arasında. Asıl haberin önemli kısımlarının çevirisini aşağıda, konunun kaynağı için yazıya tıklayabilirsiniz:

"Christopher Nolan konuşuyor, Superman hakkında konuşuyor, Batman ve arada kalan herşey hakkında konuluyor. Ama kelimeler ağzından çıkıyor olsa bile, hala tam olarak bir şey söylemiyor.

"Bu durum çok heyecan verici, fantastik bir hikayemiz var," dedi Kara Şövalye'nin yönetmenine Superman hakkında sorulduğunda. "Ve bu işi doğru bir şekilde yapacağımıza inanıyoruz. Filmdeki çevreyi biliyoruz, türü biliyoruz ve nasıl doğru şekilde yapacağımızı biliyoruz." Daha sonra David S. Goyer'in bir senaryo üzerinde çalıştığını doğruladı. İşler biraz daha somutlaştıkça, Warner Bros. için de bu işin uygun olduğu görülüyor. Neticede, Nolan iki Batman filmiyle onlara yaklaşık 1 milyar dolar kar ettirdi."

Pazartesi, Mart 8

Kırmızı Halı 2010: 11'de 7 İsabet


Oscar ödülleri fazla sevilmiyorsa başlıca sebeplerinden birisi de asla sadece sinemaya ait olmaması. İşin içine Irak savaşı girince The Hurt Locker hak ettiğinden fazlasını aldı. Neticede Amerikan toplumunun ruh halinden beslenen filmin törenden eli boş dönmeyeceği belliydi ancak 6 Oscar bana göre fazlasıyla abartıdır -eğer sadece sinema başlığı altında inceleyeceksek yapımı.

En iyi yönetmen Oscarında benim için James Cameron ve Kathryn Bigelow'un kazanma ihtimalleri eşitti ve tercihimi Cameron'dan yana kullandım. Ancak dedim ya, Oscar sadece sinemaya ait değil, aynı zamanda bir strateji doğrultusunda planlanmış isimler çıkabiliyor zarflardan. Kathryn Bigelow hem bu ödülü almaya yakın ilk kadın yönetmen olduğu için, hem de rakibi Cameron'un evinde bu heykelcikten tam 3 tane bulunduğu için öne çıktı pek tabii.

Eğer tören 1 gün geç olsaydı El Secreto De Sus Ojos'u izlemiş olacaktım ve tercihimi ondan yana kullanacaktım belki de. Ancak yabancı filmler içinde izlediğim tek film Un Prophéte olduğu için tahminim onunla sınırlı kaldı. Precious fazla göz ardı edildi ve çoğunluk sempati duyduğu Maggie'nin ödülü alacağını umut etti. Bense filmi son gün izledim ve aldığı 2 Oscarı da sonuna kadar hak ediyor, rahatlıkla söyleyebilirim. Mo'nique'nin performansı tek kelimeyle olağanüstüydü.

Sandra Bullock da karşısındaki rakipler ya zayıf olduğu için, ya da bu ödülü ve adaylıkları koleksiyon haline getirmiş çok güçlü adaylar olduğu için kazandı. Bir oyuncunun aynı sene hem Altın Ahududu, hem de Oscar ödülü alması ironik biraz da. Önüne hangi film çıksa oynuyor demek ki Bullock.

Filmini izlemeden Oscar alacağını tahmin ettiğim tek isim Jeff Bridges'tı. Bugüne kadar 4 kez törenden eli boş dönmesi esas faktör. Christoph Waltz'ın önü de bu ödülle epey açılır. Performansı gerçekten unutulmazdı ve sanki zarfın içindekini önceden görmüş gibi emindim Oscar'ı alacağından.

Bir tören daha geride kaldı. Bu törenden sonra ödülleri anlamlandırmak için bir kez daha şu klişeyi kullanalım: Oscar asla sadece oscar değildir. Artık kafam rahat bir şekilde klasiklere dönüş yapabilmeyi umut ediyorum. Ha bir de, An Education'u eli boş gönderdiği için Akademi'ye burdan ayrıca teşekkürlerimi sunarım...

  • [-] En İyi Film: The Hurt Locker - (Sinema Vesaire tahmini: Avatar)
  • [-] En İyi Yönetmen: Kathryn Bigelow - (Sinema Vesaire tahmini: James Cameron (Avatar))
  • [-] En İyi Özgün Senaryo: The Hurt Locker - (Sinema Vesaire Tahmini: Inglorious Basterds)
  • [+] En İyi Uyarlama Senaryo: Precious
  • [+] En İyi Kadın Oyuncu: Sandra Bullock (The Blind Side)
  • [+] En İyi Erkek Oyuncu: Jeff Bridges (Crazy Heart)
  • [+] En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo'Nique (Precious)
  • [+] En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Inglorious Basterds)
  • [+] En İyi Görüntü Yönetmeni: Avatar
  • [+] En İyi Müzik: Michael Giacchino (Up)
  • [-] En İyi Yabancı Film: El Secreto De Sus Ojos - (Sinema Vesaire Tahmini: Un Prophéte)

Kırmızı Halı 2010: Sinema Vesaire Tahmin Listesi

Bu listede ise bu gece Oscar alacağını tahmin ettiğim filmler var. Bazı noktalarda Akademi ile çelişebiliyoruz ister istemez :)

Kırmızı Halı 2010: Sinema Vesaire Listesi

Oscar ödülleri töreninin başlamasına 1 saatten az bir zaman kaldı. Kişisel işlerim olduğu için internete anca bağlanabildim. 2 listem var, biri "ben olsaydım hangilerini seçerdim" üzerine, diğeri ise "akademi hangilerini tercih eder" üzerine. Önce benim için 2010 yılı oscarları şu şekilde(11 dalda):

Pazar, Mart 7

Kırmızı Halı 2010: District 9 [2009]

Ben fikrimi peşinen söyleyim, bence 2009 yılının en iyi filmi District 9'dur. Oscar penceresinden bakacak olduğumuzda aynı performansı gösteremeyecek olsa bile.

İnsanoğlu-uzaylı ilişkileri, yeni evrenleri ve canlı türlerini keşfetme, onlarla birtakım ilişkiler içinde bulunma gibi konular teknoloji ilerledikçe doğal olarak sinemada daha fazla yer buluyor. Bu kavramları konu alan filmlerin de sınıfında farklı bir yere sahip olabilmek için, konuya farklı bir açıdan bakması, bir bakıma tabuları yıkması elzem hale geliyor. İşte konuya bu farklı bakış açısıyla yaklaşabilen, bilindik figürler üzerinden ilerlemek yerine olayı daha ilgi çekici ve etkileyici hale getirebilen bir film District 9.

Yeryüzüne bir uzaylı gemisi iner ve içerisinden yüzbinlerce uzaylı çıkar. Gemilerinin ana kumanda bölümü kayıptır ve geri dönüş şansları kesinlikle yoktur. Aynı zamanda bu uzaylılar bildiğimiz "hedefi insanlığı yok etmek" türünden yaratıklar değildir ve aslında bir bakıma "işçi sınıfı" statüsünde, kolayca hükmedilebilecek bir düşünce yapısına sahiplerdir. Hükümet, uzaylılar için tellerle çevrili ve yüksek askeri güvenlik altında bir bölge inşa eder ve uzaylıları insanlardan az-çok soyutlamayı başarır.

Ancak insanlar herşeye rağmen uzaylıların daha uzak bir bölgede konumlandırılmaları için yönetim üzerinde büyük bir baskı oluşturur ve uzaylıların taşınması kararı alınır. Bunun için bir bakıma kendi haline bırakılan bu kenar mahallelerinden oluşan küçük şehre girilip her uzaylının imzasının (daha doğrusu el izinin) alınması gereklidir. Bu göreve filmin esas karakteri olan Wikus Van De Merwe atanır. Van De Merwe, iyi niyetli ve mutlu bir insandır. Ancak uzaylılarla birebir muhatap olmak zorunda kalan Van De Merwe, önce bir enfeksiyon kapar ve daha sonra bilimsel olarak önemli bir örnek haline gelir. Bu görev, onun hayatının seyrini tamamen değiştirir.

Filmi övmeye nerden başlasam kestirmek güç gerçekten. Filmin en başta size verdiği belgesel havası filmin en önemli farklarından birisi. Olaylar bazen ropörtajlarla ve anlatımlarla ilerliyor ve film bir belgesel havasında, sanki tüm bunlar gerçekten olmuş gibi bir görünüm kazandırıyor konuya. Böylece izleyicinin tamamen filme yoğunlaşmasını sağlıyor ve aksiyon başlamadan önce gerekli altyapıyı hazırlıyor.

Görsel efektler ise filme dair olağanüstü ayrıntılardan bir diğeri. Uzaylılara ait silahlar oldukça yüksek bir tesir gücüne sahip olduğundan film zaman zaman havada uçuşan et parçacıklarından ve kan damlalarından, bombalardan ve şarapnellerden ibaret hale gelebiliyor. Tüm bu efektler ustaca işlendiğinden yaşattığı görsel deneyim de fazlasıyla iyi hale geliyor.

Ayrıca Van De Merwe kendisini izleyiciye sevdiren bir karakter olduğundan hikayesi daha özgün bir hal alıyor. Karaktere olan sempatimiz bize hikayenin dramatik anlarını daha iyi yaşatıyor.

Son tahlilde District 9, son yıllarda yapılmış en iyi bilim kurgu ve türe inecek olursak uzaylı filmlerinden birisi ve mutlaka izlenmeli. Oscar şanslarına ise diğer filmlerle birlikte aynı başlık altında değinmek daha doğru olacaktır.

Film için Sinema Vesaire Notu: A-

Kırmızı Halı 2010: Avatar [2009]

Avatar'ın kritiğini bloga(buraya) yazmamıştım. Sinemabed.com için yazdığım kritiğe bu adresten erişebilirsiniz. Filmi izlediğim gün düşündüklerimle bugün düşündüklerim arasında pek bir fark yok. Bence Avatar gereğinden çok fazla abartıldı ve görsel efektleriyle kullandığı teknoloji dışında çok da sıradışı bir film değil. Unutmamak lazım sinemada 3 boyutlu gözlüklerle, dev ekranla ve ses sistemleriyle verdiği keyif nadiren bulunur ve aslında böylesine filme adanmış bir ortamda dikkat kesilip izlenildiğinde evinizde uzanıp izledikten sonra beğenmediğiniz nice filmler sayabilirim size.

Gene de, James Cameron'un filme verdiği emek ve ortaya çıkardığı iş büyük saygı hak ediyor. Ama Akademi'nin bu yıl adaylar arasında teknolojisi ve görselliğiyle diğerlerinden farklı bir konuma sahip olan bu filme nasıl yaklaşacağı hakkında hiç bir fikrim yok desem yeridir. Oscar adaylarını ayrı bir başlıkta tartışacağımız için bu konuyu şimdilik burada kapatalım.

Çarşamba, Mart 3

Kırmızı Halı 2010: The Blind Side [2009]

Arşivden bir yazıyı Kırmızı Halı 2010 başlığı altında paylaşalım bugün. En iyi film Oscarına aday olacağını ummadığım için adaylar açıklanmadan kritiğini yazmıştım filmin. Ancak filmdeki karakter Amerika'da büyük bir isme ve önemli bir hikayeye sahip olduğu için aday olması çok da abes değildi. Yazıyı önceden okuyanlar için filmin Oscar şansına peşinen değinelim: Düşük. Zira konuyu fazlasıyla optimist bir üslupla ele alıyor ve duygular üzerine yeterince büyüteç tutmuyor. Hayattan bir parça olmasına rağmen hayattan bir parça gibi değil, film gibi durmaktan öteye gidemiyor.

Filmin Kritiği:
Hayat farklı karakterlerin farklı hikayelerinden oluşan bir bütün. Kimi hikayeler sıradan, kimileri ise sıradışı. Bazıları umut verici, bazılarıysa umutsuzluğa düşürücü. Bilmiyordum The Blind Side'ı izlerken gerçek bir hikayeden uyarlama olduğunu. İzlemeyi bitirdikten sonra öğrendim ki Amerikan Futbol Ligi'nin en iyi savunmacılarından Michael Oher'ın gerçekte duysak "film gibi" sözleriyle nitelendireceğimiz hikayesini anlatıyormuş The Blind Side. Afişte de söylediği gibi, O'nun "olağanüstü" hikayesini.

Michael, Amerikan banliyölerinde büyümüş zenci bir çocuktur. Henüz lise çağlarındadır ve ailesi tarafından terk edilmiştir. Gitti her okuldan atılan, okuma yetisi oldukça düşük ve notlarının çoğu tabana vurmuş çok zayıf bir öğrencidir. Ancak "topla oynanan her oyun"u başarıyla oynayabilmektedir. Onun bu yeteneğini gören bir spor öğretmeni, kendi futbol takımında oynatmak için ne pahasına olursa olsun okuluna kaydettirmek ister ve güç de olsa bunu başarır.

Ancak bir sorun vardır. Michael'in spor takımına girebilmesi için derslerinden de iyi notlar alabilmesi ve her ders için 2.5 ortalamayı geçebilmesi gereklidir. İşte bu sorunlarla nasıl mücadele edeceğini bilemeyen Michael'i zengin Tuohy ailesinden anne Leigh Anne (Sandra Bullock) sokakta başıboş bir halde bulur ve ona yatacak yer verir. Bu sıcak ortam bir süre sonra Michael'in yuvasına dönüşecek ve kariyerine giden yolda ona her türlü imkanı sağlayacaktır.

Filmin adının duyulduğu her yerde bahsedilen bir başka şey daha var ki o da Sandra Bullock'un Leigh Anne rolündeki performansı. Dinine bağlı ve yardımsever bir anne olan Leigh Anne, aynı zamanda zayıf yönlerini kendine saklamayı bilen ve dışarıya oldukça güçlü görünebilen bir kadındır. Bu karakteri başarıyla canlandıran Sandra Bullock ise görünen o ki kendinden daha çok söz ettirecek ve büyük ihtimalle önümüzdeki Oscarlarda güçlü bir aday olacak.

Bunun yanında filmde işlerin hep rast gitmesi zaman zaman olayların gerçeklikten uzağa düşmesine sebep olabiliyor. Belki de tamamını bilmediğimiz Michael'in hikayesinde de herşey böyle gidiyordu ve onu "olağanüstü" yapan şey de buydu. Hikayenin Amerika'nın kendine özgü bu sporunun popüler oyuncularından birine ait olması ise gişe ve reyting anlamında filmin en büyük avantajı kuşkusuz.

Sonuçta The Blind Side, ailenizle hoşça vakit geçirmek için izleyebileceğiniz türden, optimizm dolu o sıcak filmlerinden bir tanesi. Bu büyük başarı hikayesi, Oscarların öncesinde görülmeye değer filmlerden bir tanesi olarak sinema tarihindeki yerini alıyor.

Film için Sinema Vesaire notu: B

Pazartesi, Mart 1

Kırmızı Halı 2010: The Hurt Locker [2008]

Gün yok ki Hollywood'un film yapımcıları Amerika'nın içinde bulunduğu savaşları ısıtıp ısıtıp önümüze sürmesinler. Vietnam ve 2. Dünya Savaşı'nı iliklerine kadar sömürdükten sonra yakın geçmişteki Irak Savaşı'ndan da kendilerine pay çıkarmaya başlamaları kaçınılmazdı. Nitekim konusu Irak'taki bu savaş olan filmler mantar gibi türedi son yıllarda.

Ancak sıcak savaş ile soğuk savaş arasındaki fark ister istemez bu filmlerin tarzını da etkiledi. Aksiyonun dozunu düşürmek ve kalan boşluğu dram ile doldurmak zorunda kaldı yapımcılar. Bu bağlamda adı savaş filmi olmasına rağmen düşük tempolu yapımlar hakim oldu piyasaya. Bu doğal olarak izleyici kitlesinin sayısını etkiledi ve Saving Private Ryan, Pearl Harbor vb. aşırı rağbet gören savaş filmlerine yenileri dahil olamadı.

Elbette filmlerin değindiği konu hassas olduğundan filmin bu konuya yaklaşımı oldukça önemli. Olayları tek taraflı yorumlamak tepki toplayacağı gibi filmin gerçekçiliğini ve samimiyetini de oldukça baltalıyor. 2 paragraftır üstünde durduğumuz bu kriterler deyim yerindeyse eleğin gözlerini küçültüyor ve alta düşebilen film sayısı da oldukça azalıyor.

Girizgahı uzun tutuşum The Hurt Locker'ı bu kriterlerin ışığında incelemek istememden kaynaklanıyor. Filmin konusu, Irak'taki Amerikan ordusunda bulunan ve görevleri bomba imha etmek olan 3 kişilik bir timin başından geçen olaylar üzerine. Bu olaylar mütemadiyen ihbar edilen her türlü bombayı çözmek üzerine olduğundan, işin tekniği filmin temposunu oldukça düşürüyor. Zaman zaman olaylara iyi gerilim yüklemeyi başarabilse de, ekran başındaki seyirciyi bazı anlarda fazlasıyla bekletiyor ve maalesef sıkabiliyor.

Öte yandan birtakım olaylara askerlerin psikolojisi ve ruh hali üzerinden yaklaşmaya çalışıyor -ki bu iyi yapıldığında Full Metal Jacket gibi filmin kalitesinin tavan yapmasını sağlayabilir- ancak film bazen tam olarak ne yapmak istediğini bilmeyen bir görüntü çizdiğinden bu yaklaşımı da yeterli seviyede gerçekleştiremiyor.

Tempo aksiyon ve psikoloji konusundaki eksikliği filmi zaman zaman yere düşürüyor gibi olsa da filmin bazı anlarda seyirciye yaşattığı gerilim ve kısa süreli heyecanlar da yok değil. Bunların yanında olayların dramını da iyi yansıtabiliyor ve bunlar filmi ayakta tutmaya yetiyor.

Netice itibariyle The Hurt Locker, bilinen Irak Savaşı'nın daha önce işlenmeyen bir parçasını anlatıyor ve düşük temposuna dayanabildiğiniz taktirde izlenmeye değer bir film niteliği kazanıyor.

Filmin Oscar şansı üzerine değinecek olursak baştan söylemekte fayda var, bana göre Amerikanlar filmi biraz abartıyor. Ancak savaşın Amerikan toplumundaki etkisi bunu açıklanabilir kılıyor. Film aday olduğu 9 daldan bazılarında illa ki ödül kazanacaktır ancak en iyi film dalında şansı düşük görünüyor. Diğer dallardaki Oscar şansına daha sonra değiniriz.