Çarşamba, Mayıs 26

Son Sahne

Dünya bir oyun sahnesidir,
Ve bizler de birer oyuncu,
Bütün kadınlar ve bütün erkekler,
Sırası geldiğinde girer bu sahneye;
Ve çıkıp gider,
Sırası geldiğinde...

Sinema Vesaire'de elimden geldiğince, gücümün yettiğince sinema yazmaya, gördüklerimi sizlerle paylaşmaya çalıştım. Ancak artık bir "Sinema blogu" yazmayı bırakmanın zamanı geldi. Sinema yazılarıma ara ara kişisel blogumdan ve belki SineMabed.com'dan devam edeceğim. Bu blog önceki yazıların bir arşivi olarak gene burada duracak. Burada bulunduğunuz ve destek olduğunuz için hepinize teşekkürler.

Bana sorularınız olursa formspring hesabım:
http://www.formspring.me/confeng

Twitter hesabım:
http://twitter.com/confeng

Kişisel blogum:
http://configurationengineer.blogspot.com/

Sevgiyle...

Salı, Mayıs 11

Nolan'ın Son Filmi Inception'ın Yeni Fragmanı (10 Mayıs)

"Fragmanlara göre film yargılamak" ne kadar sağlıklı bilemem ama söz konusu Nolan'sa hiçbir filminde bizi fragmanda vaat ettikleri konusunda hayal kırıklığına uğratmayacağını söyleyebilirim bu güne kadarki tecrübelerime dayanarak.

Filmin daha önceden konuya dair pek ipucu barındırmayan ancak efektleriyle göze çarpan bir fragmanı(belki de teaser) yayınlanmıştı, The Dark Knight'ı beklerken ilk izlediğimiz fragman gibi;bu seferki fragmansa tam anlamıyla bizi tatmin edecek bir çalışma olmuş. Fragmandan görülen o ki bu sefer Nolan sinema endüstrisinin teknolojisiyle beraber izleyenlerin zihnini de fazlasıyla zorlayacak gibi duruyor.

Cumartesi, Mayıs 8

Alternatif Film Afişleri #4: Pulp Fiction

- Don't you hate that?
- Hate what?
- Uncomfortable silences. Why do we feel it's necessary to yak about bullshit in order to be comfortable?
- I don't know. That's a good question.
- That's when you know you've found somebody really special, you can just shut the fuck up for a minute and comfortably enjoy the silence.

Salı, Mayıs 4

Sahne (I stereotype) - Up In The Air



- Bingo, Asians.
- You can't be serious.
- Never get behind people traveling with infants. I've never seen a stroller collapse in less than 20 minutes.
Old people are worse. Their bodies are littered with hidden metal and they never seem to appreciate how little time they have left on earth.
Here you go.
Five words. Randomly selected for additional screening.
Asians.
They pack light, travel efficiently, and they've got a thing for slip- on shoes. You've got to love them.
- That's racist.
- I'm like my mother. I stereotype. It's faster.

(Sahnenin orijinalini bulamadım, sanırım bu başka versiyonu. Youtube'a direk erişemeyenler için Youtube linki)

Pazartesi, Mayıs 3

Tuncel Kurtiz Röportajı Bölüm 3 (Son Bölüm)

Röportajın 1. bölümünü okumak için buraya, 2. bölümünü okumak için buraya tıklayınız.


Çalışmak üzerine...
"Gençlere hep tekrarladığım bir şey var: Eğer yeteneğin varsa, çalışırsan iyi olursun, çok çalışırsan çok iyi olursun. Ama çalışmazsan bir bok olmazsın. Yeteneğin yoksa, çalışırsan idare edersin, çok çalışırsan daha iyi olursun. " Yeteneği olmayan ve çalışan, yeteneği olup çalışmayandan daha iyi olabilir."


EMPIRE: Doğaçlamayı seven bir oyuncusunuz. Bunu yaparken de sizde Doğu etkileri gözlemleniyor. Ama Batı tipi oyunculuğa da uzak değilsiniz. Yani iyi bir sentez yaptığınız düşünülüyor. Oyunculuğunuzdaki bu sentezin oluşmasında neler etkili oldu?

KURTİZ: Nazım Hikmet, Yolcu piyesinin finalinde şöyle konuşturur oradaki istasyon şefini: "Pencereyi kapatma, keşke yüz pencere olsa, yüzünü de açsak, pencereler kapandığı için belki de bunun için biz böyle olduk." Kâinata açılan pencerelerdir sanat ve kendimize, kendi kökenlerimize açılan pencerelerdir sanat. Ferhat ile Şirin'i bilmeden, Şirin'in bir Ermeni papazının kızı olduğunu bilemeden nereye varabiliriz ki?

EMPIRE: Genç sinemacılara, daha doğrusu yeni bir söz söylemek isteyen yönetmenlere hep açık çek verdiniz. Onları desteklediniz. Ve bugün bu genç sinemacılar hep önemli yönetmenler olarak ön plana çıkıyorlar. Bu konudaki sezginizi neye yoruyorsunuz?

KURTİZ: Güzel bir hikâyeden kötü bir film yapabilirsiniz, ama kötü bir hikâyeden hiçbir şey yapmanız mümkün değildir.

EMPIRE: Bütün bu başarılı oyunculuk hayatınızda sinema ve tiyatro sevginize rağmen işsizliğin hep gölge gibi sizi takip etiğini söylemek yanlış olmaz. Türkiye'de sanatçı olmanın değeri yeterince bilinmiyor mu?

KURTİZ: Altın Koza'da benim için bir usta oyuncu bölümü, bir kitap ve bir gece yaptılar, sadece Birgün ve Zaman gazetelerinde haber oldu. Başka ne söyleyebilirim? Gençliğimde, bilhassa Avrupa yıllarımda ekmek parası için istemediğim işlerde çalıştığım oldu. Ama işsiz kalmak biraz da seçicilikten; yoksa iş çok, zengin olmak çok kolay günümüzde. Ama hep tekrarladığım bir söz var. Arkadaşım Nevzat Şenol'un sözüdür bu: "Ben zengin olma tehlikesini atlattım, çok şükür."

"Ölmeden, Bedreddin ve Kreutzer Sonatı'nı muhakkak film yapmak istiyorum. Reis Çelik ve Fatih Akın beni destekleyeceklerini söylüyorlar."
EMPIRE: Kısa filmlerinizle birlikte bir de Gül Hasan diye bir uzun metraj yönettiniz. Ama devamı gelmedi. Bu film, yönetmenlerle empati kurmanızda ne kadar etkili oldu?

KURTİZ: Gül Hasan'dan kazandığımız parayı kendi yapmayı tasarladığım Orhan Kemal'in Baba Evi ve Avare Yıllar kitaplarından bir uyarlama için kullanmayı düşünürken, Bereketli Topraklar Üzerinde'nin her şeyi hazır diyen Erden Kıral'a inandım, biraz da arkadaşım Tezer Özlü'nün etkisi oldu bu işte. Oysa hiçbir şey hazır değilmiş, o günlerde çok önemli bir miktar olan 300.000 Mark'ı kaybettim, hiçbir prodüktörün bana rejisörlük teklif etmeyeceği, benim de onların teklif ettiği filmi çekmeyeceğim açık ve seçiktir. Hep reji yapmak istedim, ölmeden önce Bedreddin ve Kreutzer Sonatı'nı muhakkak film yapmak istiyorum. Kimseyle de empati kurmuyorum. Reis Çelik ve Fatih Akın beni destekleyeceklerini söylüyorlar, bu kadarı da bana yeter.

EMPIRE: Dünyada pek çok kalburüstü oyuncu tiyatro ile sinemayı bir arada götürmeyi başarıyor. Mesela Al Pacino sahnenin oyuncunun ruhunu temizlediğini ve dinamikleştirdiğini söylüyor. Al Pacino'ya hak veriyor musunuz?

KURTİZ: İyi bir film, iyi bir tiyatro oyunu insanın ruhunu temizler, ben ayrım yapmıyorum.

EMPIRE: Edebiyattan çok iyi beslenen bir oyuncusunuz. Geçmişte kimi Yaşar Kemal eserlerini sahneye bile koydunuz. Orhan Kemal'in romanını senaryolaştırdınız. Gerek oyuncuların gerekse sinemacıların edebiyatla ilişkisi eskiye oranla zayıfladı, bunun etkilerini gözlemliyor musunuz?

KURTİZ: Yalnız edebiyat değil, resim, mimari, müzik, tüm güzel sanatlar, tarih ve felsefe... Bunlarla ilişkisini sağlam kuran sinemacılar bu sanatı yüceltirler.

EMPIRE: Özdemir Asaf ve Can Yücel sizin hayatınızda çok önemli bir yer tutan şairler. Fırsat buldukça da onların şiirlerini okuyorsunuz. Ve bu şiirlerde yalnızlık teması çok baskın. Kendinizi bu kadar yalnız hissetmenizin sebebi nedir?

KURTİZ: Yok canım, ne yalnızlığı! Can Yücel'in dediği gibi, "Güzel kızının eliyle yalnız uyumak, Kandilli ilkokulu kadar kalabalık", ama Özdemir'in dediği gibi "Yalnızlık da paylaşılmaz." Onlar hem abim, hem de iki büyük sanatçıydı. Ben kendimi hiçbir zaman yalnız hissetmedim, ben çok kalabalığım.
EMPIRE: Fatih Akın için Maradona diyorsunuz. Onunla Yaşamın Kıyısında'da çok iyi bir yönetmen-oyuncu ilişkisi kurdunuz. Yıllar sonra bir yönetmenle böyle iyi bir ilişki kurmanızın sebebi neydi? Fatih Akın'da kendinizi teslim edecek ne gördünüz?

KURTİZ: Teslimiyet değil, karşılıklı bir anlayıştı. Fatih, Maradona'dır, sokaktan gelmiştir, dünya edebiyatını çok iyi bilir, sokağı çok iyi bilir, yani insanı bilir. Ben Fatih'le arkadaşım. İkimizin de derdi iyi sinema yapmak, o benden sıkılırsa beni bırakır, ben ondan sıkılırsam onu bırakırım. Özgürüz, bir çıkar birliğimiz yok.

EMPIRE: İdeal bir oyuncu-yönetmen ilişkisi sizce tam olarak nasıl olmalı?

KURTİZ: Hiçbir şeyin ideali olmaz, o yönetmenle öyledir, bu oyuncuyla böyledir...

EMPIRE: Türk sinema ve tiyatrosu düşünüldüğünde oyunculuk konusunda doruklardasınız. Ve çok çalışarak bu kadar zirveye çıktığınızı düşünüyoruz. Ama oyunculukta yetenekli olmaya ya da şans faktörüne de hep vurgu yapılır. Bunlar ne derece etkilidir iyi bir oyuncu olmak için? Yoksa çalışmak her daim geçer akçe midir?

KURTİZ: Amerikalı bir menajer bana şunu söylemişti: "Çok iyi bir oyuncusun, ama senin kadar iyi birçok oyuncu var. Bana ihtiyacın var. Seni ben çıkaracağım ortaya." Yani tabii ki şans faktörü var, David Lean ölmeseydi, Marlon Brando ile oynayacaktım, kimbilir ne olurdu, orası bilinmez. Ama mesela Peter Brook, oyuncu arkadaşım Miriam Goldschmid ile Sürü'yü seyretmeseydi, benim hayatımdan bir Mahabarata macerası eksik kalacaktı. Bir de Sermet Çağan'ın benim için ettiği bir sözü hatırlarım: "Tuncel Kurtiz şu düz duvara tırnakları ile o duvarı kazıyarak çıkmıştır." Gençlere hep söylediğim bir şeyi tekrarlayayım: Eğer yeteneğin varsa, çalışırsan iyi olursun, çok çalışırsan çok iyi olursun. Ama çalışmazsan bir bok olmazsın. Yeteneğin yoksa, çalışırsan idare edersin, çok çalışırsan daha iyi olursun. " Yeteneği olmayan ve çalışan, yeteneği olup çalışmayandan daha iyi olabilir.

EMPIRE: Oyunculuğun bir de diğer yüzü var. Şan, şöhret gibi baş döndürücü unsurlara insan kendini kaptırıp gidebiliyor. Bir oyuncu bunları başından nasıl savuşturabilir?

KURTİZ: İlk defa Teneke'yi oynayıp etrafıma insanlar doluşunca şımardım, alkol ve gece hayatına düştüm. Sonuç hiç iyi değildi. Yani küçük memnuniyetler, çabuk gelen şöhret bir oyuncuyu zedeleyebilir. Bir de, kendinden hiç şüphe etmemek, her şeyi bildiğini iddia etmek tehlikeli. İnsan önce kendisinden şüphe edip, kendisini eleştirebilmeli. Hani Tevfik Fikret öyle söylemiştir, "Şüphe nura doğru koşmaktır."

Bunu Biliyor muydunuz?
Tuncel Kurtiz vakti zamanında futbola heves etmiş.
"Ben kötü futbolcuydum. Futbolcu olamadım, çok uğraştım"
diyen üstadın sınıf ve takım arkadaşı Can Bartu'ydu.
Üstat "Bak o neler yaptı? Biz onunla aynı takımda
oynuyorduk. Bizim başımızdan başka türlü bir macera geçti.
Sigara içtik, içki içtik, tiyatroya heves ettik" diye hayıflanıyor.

EMPIRE: "Ben rolümü ceket gibi üzerime giymiyorum, rolümle müthiş yakınlık kuruyorum" diyorsunuz. Yoksul ve kadersiz birçok karakteri oynadınız. Bunlar ruhunuzda bir yorgunluğa neden olmadı mı?

KURTİZ: Yok öyle bir şey...

EMPIRE: Müthiş bir enerjiniz var. Yorulmak bilmiyorsunuz. Bu enerjinin kaynağı nedir?

KURTİZ: Genetik faktörler diyelim, bir de sporu ve okumayı hiç bırakmadım. By-pass ameliyatı olduğumda, üç gün yoğun bakımda aralıksız okudum. Hâlâ okuyorum, hâlâ koşuyorum, hâlâ yüzüyorum.

EMPIRE: Devletle aranız pek iyi olmadı. Uzun yıllar sizinle uğraştılar. Sonra yıllarca yurtdışında yaşamak zorunda kaldınız. Velhasıl sanatçıların iktidarlara muhalefet etmesi normal. Ama artık bu muhalif tavra pek rastlanmıyor. Muhalif olmak marjinal bir hal aldı. Ama siz hâlâ doğru bildiğiniz erdemleri savunuyorsunuz.

KURTİZ: Fukaralığın, adaletsizliğin ve sömürünün kol gezdiği günlerde İrlandalı bir balıkçı, doldurur ailesini küçük takasına, yelken kürek aşar Atlantik'i, yanaşır New York limanına ve daha karaya ayak basmadan seslenir iskeledeki çımacıya "Is there any government here?" "Evet" cevabını alır ve yapıştırır: "Well, I'm against it..." Yani Türkçesi "Burada hükümet var mı arkadaş, var öyle mi, ben de ona muhalifim o zaman." İrlandalı gibi genlerimiz mi bizi muhalif yapar, yoksa yaşadığımız çevrenin gerçekleri mi, sağduyumuz mu, sonradan edindiğimiz bilgiler mi? Muhalefet ruhumuzu besler, muhalif ruhlar da sinema ve sanatları... Şair Eşrefle bitirelim mi?

EMPIRE: Eyvallah üstat!

KURTİZ: "Eylemem ölsem de kizbi ihtiyâr / Doğruyu söyler-gezer bir şâirim / Bir güzel mazmun bulunca Eşrefâ, / Kendimi hicv eylemezsem kâfirim!"

Cuma, Nisan 30

Moon [2009]

Amerikanlar'ın filmlerinde Ay'a gidip gelmekten sıkıldığını sananlar hata etmiş olacaktır benim gibi. Her ne kadar 2009'da Vulcan, Spock, Pandora gibi gezegenleri görmüşlüğümüz olduysa da, Moon filminin hikayesi, bilmemkaçıncı kez Ay'da geçiyor. Tabii ki bunda filmin uzay filmi olmasından çok olaya başka bir boyutta bakmaya çalışmasının payı göz ardı edilemez.

Moon filmi, Ay'da keşfedilen ve Dünya'ya belli aralıklarla gönderilmesi gereken bir maddenin işlendiği bir uzay üssünde, burada çalışmak için 3 yıllık bir kontrata imza atmış ve eve dönüşüne az bir zaman kalmış astronot Sam Bell'in hikayesini anlatıyor. Sam Bell'in bu uzay üssündeki tek arkadaşı olan robot GERTY de filmde aktif olarak gördüğümüz diğer karakter.

Sam artık eve dönmek için günleri sayarken üste bir aksilik meydana gelir ve çıkıp uzay arabasıyla bir göz atmaya gitmesi gerekmektedir. Ancak yolda Sam'in başına enteresan bir olay gelir ve işler oldukça enteresan bir biçimde karışır. Bu noktaya kadar sıradan ve sıkıcı bir uzay filmi gibi görülen Moon, bu noktadan sonra başka bir konu, klonlama teknolojisi üzerine farklı bir yaklaşım getirir ve hikayenin psikolojik yönü ağırlık kazanır.

Anlattığını düşündüğümüz şeyi anlatmıyor olmasına rağmen Moon gene de fazla bir şey söylemiyor bizlere ve zaman zaman fazla sabır gerektiriyor. Hikayenin karmaşıklığını son ana kadar muhafaza ettiği için izleyiciye ufak bir merak aşılayarak ekran başında tutmaya çalışıyor. Küçük bir mekanda geçmesi ve karakterlerin azlığı, filme bazı anlarda boğucu bir hava veriyor. Her ne kadar ikinci yarısında ufak sürprizler yer alsa da film bittiğinde bize fazlasıyla kompleks sunulan konunun oldukça yüzeysel ve basit olduğunu görmek de ayrı bir hayal kırıklığına dönüşüyor.

Üzerine söylenebilecek fazla da bir şey yok Moon'un. Bana göre biraz abartılan ve bu abartılışında The Hurt Locker'da olduğu gibi Amerikanlar'ın milli duygularının rol oynadığı bir film. Derdi uzayda mesafeler kat etmek ve yeni ırklar keşfedip onların topraklarını istila etmek olmasa da bu farklı olma çabası yeterli gelmiyor ve ortalama bir film olmaktan öte gidemiyor.

Film için Sinema Vesaire notu: C+

Perşembe, Nisan 29

Dancer In The Dark [2000]

Söz konusu bir annenin evladı için yapabileceği fedakarlıklarsa şüphesiz buna sınır koymanın imkanı yok. Dancer In The Dark, bir annenin çocuğunun gözündeki hastalığı iyileştirmek için yaptığı sonu gelmez fedakarlıkların müzikal hali. Lakin müzikal denince akla gelen çoğu filmin aksine bu film fazlasıyla acı, ümitsizlik ve dram taşıyor sırtında.

Selma Jezkova, insanın gözlerine yaş ilerledikçe daha çok zarar veren ve orta yaşlara gelindiğinde körlükle sonuçlanan genetik bir göz hastalığına sahiptir ve oğlu da aynı hastalığı taşımaktadır. Bu hastalığın tek tedavisi pahalı bir ameliyattır ancak bu ameliyat için hastanın 13 yaşını geçmemiş olması gerekmektedir. Selma için bu ameliyatın artık imkanı yoktur ancak onun tek istediği oğlunun gözlerini kurtarabilmektir.

Bu ümitlerle Çekoslovakya'dan Amerika'ya göç eder ve gece gündüz demeden ameliyat parasını biriktirebilmek için çalışır. Artık paranın tamamlanmasına çok az bir süre kalmıştır ve oğlu Gene de 13 yaşına yaklaşmaktadır. Ancak Selma'nın gözleri artık iyice göremez hale gelmiştir ve fabrikada dahi işleri ezberlediği kadarıyla yapmaya çalışmaktadır. Hem görme yetisi, hem de süresi nihayete ermek üzere olan Selma parayı tamamlamak için ne gerekiyorsa yapmaya kararlıdır. Ancak herkesten sır gibi sakladığı para kısa bir süre sonra başına büyük dert açar ve Selma'nın hayatı beklediğinden daha erken kararmak üzeredir.

Filmin hikayesi oldukça etkileyici. Yönetmen Trier'in ve başroldeki Björk'ün bu hikayeyi beyaz perdeye aktarırken ortaya koydukları performans da öyle. Özellikle dram yönünden başarılı bir film Dancer In The Dark. Ancak çekimlerde yönetmenin kamerayı sabit tutmama tercihi tartışılır zira bu tür sahneler bazen amatörce gözükebiliyor. Aynı şekilde müzikal sahneleri filmin çok dışında duruyor, görüntü yönetimi anlamında o sahnelere ayrı bir ton ve hava verilmesi bir nevi filmden kopuk durmalarına sebep oluyor. Ancak filmin müziklerinin başarılı olması bu açığı örter nitelikte.

Selma'nın hikayesi ilerledikçe izleyiciye daha çok ümitsizlik ve karamsarlık aşılıyor. Olay örgüsünün işlenişindeki ustalık kendisini film sona yaklaşırken dramatiklikte zirve yapışı ile açığa çıkarıyor. Bir noktadan sonra müzikalin adı kalıyor ve Dancer In The Dark tam anlamıyla bir "ağıt" halini alıyor. Ve bu ağıt, Selma'nın ağıdı, gene kendi şarkılarıyla son buluyor.

Sonuç olarak Dancer In The Dark, ağır dram sevenleri tatmin edecek türden bir film. Bir müzikal olarak da başarılı denilebilir. Selma'nın hikayesinde hepimizin kendinden bir şeyler bulması mümkün.

Film için Sinema Vesaire notu: B+

Pazartesi, Nisan 26

Tuncel Kurtiz Röportajı Bölüm 2

Röportajın 1. bölümünü okumak için tıklayınız.


Yılmaz Güney üzerine...
"İkimiz de komünisttik, ikimiz de hikâye yazıyorduk. İkimiz de bu küçücük dünyamızın, insanlar için bir bahçe olabileceğine inandık. Birbirimize güvendik ve iki taraf da bunu sarsacak hiçbir şey yapmadı. Yılmaz beni iş için çağırdığında ben kontratımı iptal ettim veya kendi filmimi yarıda bırakıp koştum."

EMPIRE: Yılmaz Güney'le üniversite yıllarından başlayan dostluğunuz o ölene kadar sürdü. Bu dostluğun böyle sağlam olmasının sebebi neydi?

KURTİZ: İkimiz de komünisttik, ikimiz de hikâye yazıyorduk. İkimiz de bu küçücük dünyamızın, insanlar için bir bahçe olabileceğine inandık. Birbirimize çok inandık, güvendik ve iki taraf da bu güveni sarsacak hiçbir şey yapmadı. Yılmaz beni herhangi bir iş için çağırdığında ben kontratımı iptal ettim veya kendi yapacağım filmi bırakıp yanına koştum. İyi bir şeyler yapacağına hep inandım. Sürü için beni istediğinde yurtdışındaydım. "İhtiyarı bulun" demiş; bana ihtiyar derdi. "Abi nasıl bulalım," demişler, "Hürriyet'e ilan verin, o gelir" demiş. Geldim de. Şimdi bana sinema yapmak isteyen gençler tavsiye soruyorlar. Diyorum ki, kendinize, arkadaşlarınıza güvenin ve size güvenen insanlar bulun. Sinema bir ekip işidir ve yıldızlar yıldızlarla daha çok parıldar, bunu da hiçbir zaman unutmayın.

EMPIRE: Yılmaz Güney'le onun tabiriyle bir 'fahişelik' dönemi geçirdiniz. Sonra yeni bir sinemanın fitilini ateşledi Güney ve siz de hep yanında oldunuz. Bu yeni heyecan sizin hayatınızda ne kadar etkili oldu?

KURTİZ: Biz tanıştığımız günden son güne kadar, en ucuz işleri yaptığımız dönemlerde de hep bir umut peşindeydik. Daha 1965'te Bedreddin'i yapmayı düşünüyorduk. Umut ile Cannes'a gitmeden önce son konuşmamızda Boynu Bükük Öldüler'i dört mevsimde çekmeyi düşünüyorduk, daha doğrusu o düşünüyordu, ben destekliyordum. Ölmeden önce son konuşmamızda, bana benim için hazırladığı bir senaryodan bahsetti, "Çok seveceksin ihtiyar, ama şimdi sana hiçbir şey söylemiyorum" dedi. Son telefonunda "Başkalarından duyma, midemin yarısını aldılar, sağlığına dikkat et ihtiyar, senin için bir film hazırlıyorum" demişti.

EMPIRE: Hudutların Kanunu sizin belki de ilk defa dikkat çektiğiniz filmdir. Bugün hâlâ klasiklerimizden biri, sonra Umut, değerinden bir şey kaybetmedi. Siz bir taraftan bu filmlerde canla başla çalışıp, bir yandan da oyuncu olarak önemli performanslar sergilediniz. Eskiden bir oyuncuya düşen sorumluluk daha mı fazlaydı, yoksa ekip olma hali o yıllarda daha mı önemli bir değerdi?

KURTİZ: Az önce de söyledim, sinema bir ekip işidir. Bir insan gövdesi gibidir, küçük parmağındaki bir şeytantırnağı insanı ne kadar rahatsız ediyorsa, küçücük bir ayrıntı filmi zedeler veya yüceltir. Bir reji, ekip olmayı ve bireylerin tek tek üstün yeteneklerini ortaya çıkarma fırsatını verdiği ölçüde başarılıdır. Her iş gibi...

Bunu Biliyor muydunuz?
Kurtiz, 1986'da Kuzunun Gülümseyişi'ndeki performansıyla
Berlin Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü
almak için sahneye çağrıldığında karşısında
çocukluk aşkı Gina Lollobrigida'yı bulur. Ödülü almadan önce
"Seni hep sevdim Gina ve hep seveceğim" der.
Gina da gülümseyerek "Filme büyük ödülü vermek istedik
ama olmadı" cevabını verir.


EMPIRE: Sadece Yılmaz Güney'le değil; Erden Kıral, Zeki Ökten, Tunç Okan'la da önemli filmleriniz var. Yılmaz Güney'in sinemacı kişiliğiyle kurduğunuz ilişkiyi bu yönetmenlerle de kurabildiniz mi?

KURTİZ: Hayır, içlerinden sadece Zeki Ökten'le bir yakınlığım oldu, hâlâ da sürer.

EMPIRE: Zeki Ökten'le Sürü'de birlikte çalıştınız. Malum, konuşmayı sevmiyor kendisi. Müthiş bir sinema duygusu ve eldeki şartlarla harikalar yaratan bir yönü var Ökten'in. Sürü'nün ortaya çıkmasında Ökten'in bu özelliklerinin ne kadar etkisi oldu dersiniz?

KURTİZ: 1961'de Nişan Hançer'in asistanıydı. Şehir Tiyatrosu'nun Üsküdar sahnesinde Behzat Budak rejisinde oynanan 3. Selim piyesinde figüranların arasında mızrak tutardı ve bana sinemada neler yaptığını, asistanlığını anlatırdı. Daha sonra '64 yılında Bilge Olgaç'la beraber İlhan Engin'in asistanı oldu. İlhan Engin bir romancı ve gazeteciydi, ilk filmiydi. Zeki ve Bilge, İlhan Engin'in sağ ve sol kollarıydı. Zeki bana "Oluyor abi, bayağı iyi oynuyorsun, sinemaya alıştın" demeye başlamıştı. Yıllar sonra Sürü'de rejisörüm oldu. Saygılı, fakat inatçı bir tabiatı vardı. Yılmaz'ın altı saatlik senaryosunu Siirt'te bir otel odasında birlikte kestik. Sakin, fakat kararlı bir şekilde çekimini gerçekleştirdi. Zor şartlar, imkânsızlıklar onu hiç yıldırmadı. Negatif sıkıntısından bazen beş metrelik planlar çektiği oldu, her planı bilinçliydi. Plan zevkini onda gördüm. Yükseklik, alçaklık, yakınlık, uzaklık, her şey kontrolündeydi. Yılmaz'a her zaman saygı ile "Yılmaz Bey" dedi, ama filmi tamamen kendi estetik kaygıları ile gerçekleştirdi. Keşke sonradan eline başka Yılmaz Güney senaryoları da geçseydi, birlikte tekrar çalışsaydık... Zeki'yi çok severim.

EMPIRE: Sürü sizin oyunculuğunuzun ve Türk sinemasının zirve noktalarından biridir. Filmi çekerken bu kadar iyi sonuç verebileceğinizi düşünüyor muydunuz?

KURTİZ: Ben hiçbir zaman sonuçları düşünmedim.

"Sürü benim için ulaşılması zor bir noktadır. Bir daha ne zaman, nerede beni uçuracak bir beyaz at bulabilirim, bilmiyorum."

EMPIRE: Ankara Sinema Derneği'nin düzenlediği Türk Sinemasının En İyi 10 Filmi anketinde, rol aldığınız iki film bulunuyor: Umut ve Sürü... Dönüp arkaya baktığınız zaman bu filmler sizin için neler ifade ediyor?

KURTİZ: Bunu defalarca anlattım, bu iki film Yılmaz'ın bana taktığı iki kanattır. Avrupa'da ve dünyada bana teklif edilen birçok iş bu filmler sayesinde olmuştur. Peter Brook, Sürü'yü seyrettikten sonra "Bu adam oyuncu mu, yoksa oradan gerçek bir köylü mü, oyuncu olduğuna inanamıyorum" dediğinde yanında bulunan eski oyuncusu Miriam Goldschmidt "O bir oyuncu, benim de arkadaşım Berlin'den, çok da iyi İngilizce konuşur" deyince, benimle tanışmaya karar vermiş ve menajerimle temasa geçmiş. Yine Sürü ile katıldığım Tel Aviv Film Festivali'nde film büyük sükse yapınca, İsrail'den iki rejisörden teklif aldım ve bu filmlerden biri olan Kuzunun Gülümseyişi ile Berlin'de En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldım. Sürü benim için ulaşılması zor bir noktadır. Bir daha ne zaman, nerede beni uçuracak bir beyaz at bulabilirim, bilmiyorum. Geçenlerde Tarık Akan'la Sürü'nün çekiliş hikâyesini anlatan bir belgesel yapmışlar, galiba adı Oradaydım. Tarık beni duygulandırdı, kendini değil, hep beni anlatmış, bütün ekiple, Tarık'la, Melike'yle (Demirağ), Yaman Okay'la, diğer oyuncu ve tüm teknik ekiple zoru başarmanın sevincini paylaştık. Güzel dostluklar kaldı geriye.
Umut ise kesilen bütün sahnelerine rağmen Yılmaz'ın ve sinemanın baş eserlerinden biridir. Benim içinse çok şeyi feda ederek içinde olduğum bir filmdir. Yılmaz hep "Tuncel arkadaşımla birlikte yaptık" derdi bu filmi, bense "Filmi sen yaptın, ben senin yoldaşın ve oyuncundum" derim. En üzüldüğüm şeylerden biri de güreş sahnesinin sinema işletmecilerinin isteği üzerine kesilmesidir. Bir de eşeğimle arkadaşlığımın...

EMPIRE: Tabii bir oyuncunun alabileceği en önemli üç-beş ödülden biri olan Gümüş Ayı var. Bu aldığınız ödül pek de vurgulanmıyor kariyerinizde. Ama bunun hayatınıza nasıl bir getirişi oldu?

KURTİZ: Ferhan Şensoy'un söylediği gibi, "Ödüller basur gibidir, hangi g.te isabet edeceği bilinmez." Bir getiri beklemedim, geldiyse de hiçbir zaman farkında olmadım.

"Marlon Brando ile on gün çalışacaktım; Marlon Brando gerçekten oyuncu ve insan olarak, en çok beraber olmak istediğim kişiydi. Ona hâlâ vurgunum."

EMPIRE: Hayata geçmemiş projeleriniz var. Mesela David Lean'in yöneteceği bir filmde Marlon Brando ile oynayacakmışsınız ve Robert Wise'dan yine Anthony Quinn'in oynayacağı bir proje için teklif almışsınız. Bunlar neden hayata geçmedi?

KURTİZ: David Lean maalesef erken öldü, filme hiç başlayamadı, çok istiyordum, Marlon Brando ile on gün çalışacaktım; Marlon Brando gerçekten oyuncu ve insan olarak, en çok beraber olmak istediğim kişiydi. Ona hâlâ vurgunum. Şimdilerde Sean Penn ile oynamak isterim. Anthony Quinn ile Robert Wise'ın yapacağı Zorba müzikalinde üç solo dansım ve üç şarkım olacaktı, ekonomik sebeplerden o proje de hayata geçemedi.

EMPIRE: Sinema ve tiyatro çalışmalarınız hep yan yana gitti. Sinemada devleşirken de sahneleri pek terk etmediniz, hatta Peter Brook gibi bir yönetmenle çalıştınız... Hayatınızda sinemanın tiyatrodan rol çalmasına nasıl engel oldunuz?

KURTİZ: Ben oyunculuğu sinema ve tiyatro olarak ayırmıyorum.

Bunu biliyor muydunuz?
Hudutların Kanunu çekilirken '20 soruda bir isim bilmek'
oyununda Lütfi Akad'ın tuttuğu ismi kimse bilemez.
Akad, Caravaggio'yu tutmuştur. Ve "Siyah-beyazı anlamak
için Caravaggio'yu tanımak lazım" der. Yıllar sonra Kurtiz,
sanatçının gençliğini filme almak isteyen Derek Jarman'la
karşılaşınca Caravaggio'nun yaşlılığını oynamak istediğini söyler.
Jarman ise "Vaktimiz olursa" yanıtı verir.
Çünkü yönetmen o sıralar hastadır.


EMPIRE: Peter Brook açık sahne anlayışını tiyatroya kazandırarak sahnenin otoriter tavrını yıkıp attı. Peki, bu tavırdan siz nasıl fayda gördünüz?

KURTİZ: Ben hayatımda da, sanatımda da işe yanlışla başlamaktan yanayım, yani yanılan bilimden yanayım. Çünkü bilim hep yanılmış, iki nokta arasındaki en kısa yol doğruydu, ama uçak rotaları iki nokta arasındaki en kısa yolu bir eğri olarak görüyor, bugün. Hangi doğrudan hareket edeceksin? Bir zamanlar dünya düzdü. Brook da Batı'nın durağan, Ortaçağ felsefesinden sıkılmış ve kendisini Doğu'ya atmış bir sanatçıdır. Bu açık sahne tavrı, bizde ortaoyunlarında, köy seyirlik oyunlarında zaten var olan bir şeydir, yazık ki bizim tiyatromuz onlardan gerektiği gibi yararlanamadı. Çok sevdiğim Ferhan Şensoy'u bunun dışında tutuyorum.

Harry Brown [2009]

Harry Brown (Michael Caine), günümüz İngiliteresi'nde yaşayan, tek kızını yitirmiş ve karısı bir süredir komada olan yalnız bir ihtiyardır. Onun günlük hayatındaki tek arkadaşı, kendisi gibi yalnız yaşayan bir başka ihtiyar Leonard Atwell'dir. Harry'nin günleri hastanede komada yatan karısının yanında beklemekle ve Leonard'la barda satranç oynamakla geçmektedir.

Harry'nin yaşadığı mahalle, bir sokak çetesi tarafından uzun süredir istila altındadır ve akşamları kavgalar, hırsızlıklar, yaralamalar/cinayetler artık had safhaya ulaşmıştır. Bu çete Harry ve özellikle arkadaşı Leonard gibi iki ihtiyarı da fazlasıyla tedirgin etmektedir. Öyle ki Harry yolu üzerindeki yaya alt geçidini artık çetenin mekanı olduğu için korkusundan kullanamamakta ve uzun yolu tercih etmektedir, Leonard ise çeteden o denli tedirgindir ki artık korkusunu içinde gizleyemez olmuştur ve Harry'nin yanında da sık sık dile getirmektedir.

Harry'nin yalnız hayatı komadaki karısı Kath'in de ölümüyle daha çekilmez bir hal alır. Daha sonra o tünelde bir cinayet yaşanır ve bu Harry'nin büyük bölümünü yalnız geçirdiği hayatını daha da zor hale sokar. Derken emniyet, bu cinayeti araştırmak üzere bir detektif ve polisi davaya atar. Ancak onların da ellerinden pek bir şey gelmez ve Harry bu çaresizliğe daha fazla dayanamaz. Artık gerekeni yapması ve o tünele girmesi gerekmektedir...

Sosyal açıdan günümüz dünyasındaki/İngiliteresindeki sokakların durumuna büyüteç tutan film, aynı zamanda dramatik bir hikayeyle olayın vehametini daha açık bir şekilde gözler önüne sermekte. Kahramanımız Harry Brown'un başından geçen olayların sorumlularıyla yüzleşme çabası Michael Caine'in olağanüstü performansıyla daha heyecanlı ve epik bir hale geliyor. Film bu mücadeleyi epik bir hale getirirken en büyük sınavını gerçekçilikle veriyor ve gerçekçilikle kahramanlık arasındaki dengeyi iyi sağlayarak bu sınavdan geçer not alıyor.

Filmin temposu ilk yarısında zaman zaman düşse de bu hikayenin oluşumuna katkı sağlayacak sahnelerde olması gereken bir handikap olduğu için fazla rahatsız etmiyor. Görüntü ve sanat yönetimi açısından film oldukça iyi. Özellikle silahlı/kanlı sahnelerde son zamanlarda izlediğim en iyi görsel efektlere şahit oldum, bu noktada yönetmeni fazlasıyla takdir ediyorum. Oyunculuklarda az önce belirttiğim gibi Michael Caine yaşına, adına ve tecrübesine yakışır bir performans sergiliyor ve ona -üzerine fazla iş düşmese de- detektif Alice rolünde Emily Mortimer eşlik ediyor.

Netice itibariyle Harry Brown konusu, konuyu işlerken ele aldığı etkileyici hikayesi, görsel efektleri ve usta Michael Caine'iyle son yılların en iyi İngiliz filmlerinden birisi. Dram, suç filmi ve bilhassa Michael Caine severlerin kaçırmaması gereken bir film.

Film için Sinema Vesaire notu: B+

Cumartesi, Nisan 24

Pure Beauty

Robin Hood, 14 Mayıs'ta sinemalarda...

The Guitar [2008]

Melody Wilder, gırtlak kanseri olduğunu ve en fazla 2 ay kadar ömrünün kaldığını öğrenir. Maalesef -her ne kadar bir insanın hayatta alabileceği en kötü haberlerin başında bu gelse de- alacağı tek kötü haber bununla sınırlı kalmaz, aynı zamanda işinden de kovulmuştur. Ancak artık ölümünü bekleyen çoğu hastanın aksine O, kalan 2 ayda korkularının gerçeğe dönüşmesini beklemeye değil; hayallerinin peşinden koşmaya karar verir.

Önce eski kimliğine dair ne varsa onlardan kurtulur Melody. Bir nevi "başkalaşma" seansına girmiştir ve geçmişinden arınmak bu yoldaki en önemli adımdır onun için. Kalan 2 ayını kredi kartlarının limitlerinin ona izin verdiği kadar zengince yaşamaya koyulur. Yeni bir daire kiralar, yeni eşyalar ve yeni elbiseler edinir, yeni arkadaşlıklar ve ilişkiler içine girer, bir de çocukluğunda hayalini kurduğu elektro gitara sahip olarak günlerini onu çalmakla geçirir.

Ancak süresi dolarken Melody'nin hayatında işler beklediği gibi gitmemeye başlar ve kısa da olsa kalan ömrü karşısına tekrar kötü sürprizlerle gelmektedir.

Bir bütün olarak bakıldığında, basit ve klasik bir mesaj peşinde koşuyor The Guitar. Bu mesajı ilk ve son sahne dahil filmin tümüne yayıyor ve kahramanımızın hikayesi de bu mesajı doğrular nitelikte gelişiyor. Fazla sayıda karakter içermeyen filmde başrolümüz Saffron Burrows'un performansı tatmin edici. Özellikle ölümü bekleyen bir insanın umutsuzluğunu simgeleyen ifadeyi yüzüne ustaca yansıtışı takdire şayan. Ayrıca kurgu olarak film sürekli parantezler açtığı için o parantezlerin kapanmasını beklemek izleyicinin filme olan ilgisini daha iyi tetikliyor.

Ancak her basit ve klasik mesaj verme kaygısı taşıyan filmde olduğu gibi The Guitar'da da bu mesajın klişeleşme tehlikesinin filmin omuzlarındaki yükü maalesef filme ağır geliyor ve zaman zaman film aşırı bayağı bir hal alıyor. Aynı zamanda diyaloglar zayıf ve olay örgüsü çok yüzeysel. Film bu eksilerle bir önceki paragraftaki artılar arasında gidip geliyor ve bazen iyiye çok yakın, bazense çok kötü ve sıradan bir görünüme bürünebiliyor. Sonuna gelindiğindeyse en azından izleyicinin zihninde açılan parantezlerin tamamı kapanıyor ve film zayıf yönleri bulunsa da bütün bir mesaj halini almayı başarıyor.

Film için Sinema Vesaire Notu: B-

Cuma, Nisan 16

Empire Dergisi Tuncel Kurtiz Röportajı (Bölüm 1)

Blogu öteden beri takip edenler, ülkemizde bir dönem çıkmış ancak düşük satış rakamları yüzünden yayın hayatına son verilmiş Empire Türkiye dergisine olan düşkünlüğümü bilirler. Derginin eski sayılarını karıştırırken Temmuz 2008 sayısında Olkan Özyurt tarafından yapılmış Tuncel Kurtiz röportajına rastladım. Ben okurken çok keyif aldım ve son günlerde Ezel dizisiyle adından çokça söz ettiren usta Tuncel Kurtiz'in bu röportajını sizinle paylaşmanın da uygun olacağını düşündüm. Lafı dolandırmadan sizi bu röportajla başbaşa bırakayım(Uzun bir röportaj olduğundan dolayı bir kaç parça halinde yayınlamayı düşünüyorum):

--------------------------------------------------------------------------

"Ustalığı kabul etmiyorum. Ustalık zanaatta olur, ama sanatta olmaz. Sanatçı bildiğini tekrar eden değil, kendini yeni baştan yaratan ve daima arayandır. Talebe olmayı tercih ederim."

Bakmayın siz Tuncel Kurtiz'in sakallarına düşen o koca koca aklara. O, gencim diyen herkesi cebinden çıkarır. Öyle bir enerjisi var ki... Şöyle biraz keyiflensin, Can Yücel'den, Asaf Özdemir'den şiirler okuyor, dans ediyor, şarkı söylüyor. Yorulmak nedir bilmiyor. Açıkçası onun bu enerjisine şahit olunca, Empire olarak kendimizi hafiften yaşlı hissetmedik değil. Son olarak Adana'da Altın Koza Film Festivali'nde Usta Oyuncu Ödülü almak için sahneye çıktığında yine enerjikti. Fakat farklı olarak bu sefer duygularını gizleyemedi. Ee duygulanması da gayet normal. Daha üniversite yıllarında tanıştığı kadim dostu Yılmaz Güney'in memleketinde oyuncu olarak bunca yıllık çabası takdir ediliyordu.

Ama bu takdir konusunda biraz geç kalınmıştı sanki. Yaşayan en önemli Türk oyunculardan biri Tuncel Kurtiz. Türkiye şartlarında yetişen ve uluslararası sularda ciddi anlamda boy göstermiş kaç tane oyuncumuz var derseniz, Tuncel Kurtiz dışında pek de isim gelmiyor aklımıza. Hani Inside The Actors Studio için bir gün Amerika dışından oyuncu arasa, Türkiye'den Tuncel Kurtiz'i rahatlıkla konuk edebilir programına. Türk sinemasının kalburüstü onlarca filminde oynamış, Kuzuların Gülümseyişi'yle Berlin'de Gümüş Ayı kazanmış, Peter Brook gibi modern tiyatronun bir üstadıyla çalışmış kaç aktörümüz var ki?

Yaklaşık 50 yıllık oyunculuk hayatına sığdırdıkları inanılır gibi değil Kurtiz'in. Anlattıkça şaşıp kalıyorsunuz. Bir Cemal Süreyya'dan bahsediyor, sonra Derek Jerman'la ilgili bir anısını anlatıyor. Sanat dünyasının bu kadar uçlarında maceralar yaşamak, konuşma uzadıkça anlaşılıyor ki o kadar da güllük gülistanlık olmamış. Kimi zaman devlet, kimi zaman en yakın çalışma arkadaşları tarafından örselenmiş, kah işsiz kalmış ama buna rağmen doğru bildiği yoldan yürüyüp gitmesini bilmiş, ki hâlâ da öyle. Balıkesir'de sırtını Kaz Dağları'na dayamış Çamlıbel Köyü'nde yaşıyor ve çekimler oldukça bu enfes mekanı terk ediyor. Merhaba diyen herkese kapısını açıyor. Empire de üstada merhaba deyip Kurtiz'den aktörlük hayatının sayfalarını açmasını istedi. O da babacan tavrıyla içeri 'buyur etti'. Kurtiz'le bu zaman yolculuğuna Empire'dan Olkan Özyurt'u gönderdik. Yolculuk sonrası ufuk açıcı bir serüven yaşadığı her halinden belliydi.

EMPIRE: Usta Oyuncu Ödülü, sizi epey duygulandırdı. Genelde ödülleri soğukkanlılıkla karşılamanıza alışığız ama bu sefer farklı oldu. Neden bu kadar hislendiniz?

KURTİZ: Ben hiçbir zaman ödül beklemedim. Ödüller jürilerin tutumlarına bağlıdır. Ödül beklemektense, alınca şaşırmayı yeğlerim, "Vay be, bu da mı gelecekti başıma" derim. Ödül alınca sevindim tabii, ama bugüne kadar ödül alamadığım hiçbir yarışmanın jürisini eleştirmedim. Çünkü ben de birçok jüride bulundum, nasıl sübjektif olunabileceğini ve olunması gerektiğini de biliyorum. Son olarak Kopenhag Film Festivali jürisinde hiçbir ödül vermediğimiz Kalpazanlar (Die Falscher) filmi, bu yıl En İyi Yabancı Film Oscar'ı aldı. Ama Altın Koza'da bana verilen ödül değil, başka bir şeydi. Bir sevgi seli ile karşılaştım ve bunca yıl yaşadıklarımın, yaptıklarımın haklılığını gösterdi, beni doğruladı. Duygulanmamak mümkün mü?

EMPIRE: Gerçekten usta bir oyuncusunuz. Belki artık ustalık sıfatı bol keseden dağıtılır oldu ama bu sizin için geçerli değil. Peki, emeklerinizin tam karşılığını bulamadığınızı düşünüyor musunuz?

KURTİZ: Ustalığı kabul etmiyorum. Ustalık zanaatta olur, ama sanatta olmaz. Sanatçı bildiğini tekrar eden değil, bir spiralin en ucunda kendini yiyip, yeni baştan yaratan ve yarattığını da yok ederek, daima arayandır. Talebe olmayı her zaman tercih ederim. Hiçbir şeyi karşılık bekleyerek yapmadım. Sait Faik “Yazmasam ölecektim” diyordu. Ben de yapmasam bütün bunları herhalde kendimi yok ederdim. Geçen yıl Fatih Akın, kendisine sorulan “Tuncel Kurtiz’le çalışmak nasıldı?” sorusuna, “Çok güzeldi, çok eğlendik, çok keyif aldık” gibi klişe bir cevap vermektense, sadece “Tuncel Abi’nin yaşına geldiğimde onun gibi olmak istiyorum” dedi. Bir insan için bundan büyük karşılık olur mu?

EMPIRE: Siz bir bürokrat çocuğusunuz fakat bunu pek de hissettirmiyorsunuz. Küçük burjuva bir aileden gelmenize rağmen politik görüşünüz sosyalizmden yana. Bunu her fırsatta vurguluyorsunuz. Bu politik görüş oyunculuk hayatında nasıl kapılar araladı size?

KURTİZ: Anne ve baba tarafım Osmanlı’dan bu yana bürokrasinin içindeydi. Ben ailemle adım adım Anadolu’yu dolaşırken, babamın, annemin nasıl çalıştıklarını ve politik güçler tarafından nasıl hırpalandıklarını yakından gördüm. Beş yıllık ilkokulu sekiz ayrı şehirde bitirdim. Çünkü babam kendi doğrularını söylediği için huduttan hududa atıldı. Ülkemizin üzerinde dolaşan kara bulutlardan bahsettiği için hakkında açılan soruşturmaları ondan bana kalan kütüphaneyi karıştırırken sicilinde okudum. Hep sürüldü. Tevfik Fikret, Neyzen Tevfik, Şair Eşref, Nef’i dilinden düşmezdi. “Eğri olsam yay gibi elde tutarlar beni, doğru olsam ok gibi uzağa atarlar beni” sözü şiarıydı ve Vala Kurtiz hep uzağa atıldı. Ben de babamın izinden gittim, ama daha uçlarda dolaştım. Politik görüşüm bana kapılar aralamadı, kapılar kapattı yüzüme, ama ben kendi kapılarımı açtım.

Münir Özkul üzerine...
Münir Abi’nin o inanılmaz oyunculuğu, kendini daha da geliştirmek için harcadığı çaba ve bunu biz gençlerle büyük bir cömertlikle paylaşması… Bunu bir klişe olarak almayın. Kelimenin tam anlamıyla büyük bir oyuncu ve büyük bir insandı.

EMPIRE: Tiyatroya gönül vererek başladınız ve çıraklık döneminizde Münir Özkul’un adını çok anıyorsunuz. Onu sizin hayatınızda özel kılan nedir?

KURTİZ: Profesyonel tiyatroda ikinci yılımdı. Okuyan bir delikanlıydım. Oyunculuğun yanı sıra sahne amiriydim. Stanislavski, bulabildiğim yazıları ile hayran olduğum bir tiyatro adamıydı. Tiyatro konuşurken bütün alıntılarımız Stanislavski ile başlardı. Amerika’da çocukken geçirdiğim 2,5 yıl ve Tarsus Koleji’ndeki iki yılda elde ettiğim İngilizce bana dünya edebiyatı ve tiyatrosunu takip etme imkânı sağladı. Münir Abi bir gün bana dört tane İngilizce kitap getirdi. Yıl 1960. My Life in Art, An Actor Prepares, Building a Character ve Martı’nın reji çalışması. Stanislavski’nin bu kitapları, değerli sanatçı Suat Taşer tarafından daha tercüme edilmemişti. İngilizce bilmeyen Münir Abi’de bu kitapların ne aradığını sorduğum zaman, Münir Abi beni şöyle cevapladı: “Küçük Sahne’nin açılış günlerinde herkes Stanislavski konuşuyordu, ama ben bir şey anlamıyordum. Bakırköy’den arkadaşım Murat Güler ki, Manş’ı geçen ilk Türk’tür, bana bu kitapları getirdi ve satır satır tercüme ederek okudu.” Sonra da “Al artık bu kitaplar senin” dedi. Ben de Münir Abi’nin bana hediye ettiği bu kitapları satır satır okumaya çabaladım. Oyundan sonra Emirhan’a giderdik hep beraber, çaylarımızı içerken bize Charlie Chaplin’i anlatırdı. Biz de sanki Şarlo kendisi anlatıyormuş gibi dinlerdik. Münir Abi’nin o inanılmaz oyunculuğu, kendini daha da geliştirmek için harcadığı çaba ve bunu biz gençlerle büyük bir cömertlikle paylaşması… Bunu bir klişe olarak almayın. Kelimenin tam anlamıyla büyük bir oyuncu ve büyük bir insandı.

(1. Bölüm Sonu)

Pazartesi, Nisan 12

Altın Klavye Blog Ödülleri

Altın Klavye Blog Ödülleri'nde oylama bugün başladı. Kültür sanat blogları kategorisinde Sinema Vesaire'ye oy vermek istiyorsanız http://kultur.altinklavye.com/ adresindeki anketten sinemavesaire.blogspot.com seçeneğini işaretleyip oy ver butonuyla oyunuzu verebilirsiniz. Teşekkürler.

Los Abrazos Rotos (Broken Embraces/Kırık Kucaklaşmalar) [2009]

Romantik filmlerin adından söz ettirebilecek kaliteye sahip olması için artık sadece birbirlerine kavuşamayan iki aşık barındırması yeterli gelmiyor. Bu janrın ekmeğini son kırıntısına kadar yiyen yapımcıların filme ait hikaye noktasında üretkenlikleri arttıkça iyi kabul edilen bir yapım ortaya koyma şansları da artıyor. İşte hikaye noktasında bu üretkenliğin mahsülü olan bir yapım Kırık Kucaklaşmalar.

Film, yazar Harry Caine'in hayatındaki sıradan bir günle başlıyor ve gelişen olaylar, filme Harry'nin geçmişine inmek için gerekli olan zemini hazırlıyor. Yazarlığından önceki geçmişinde yönetmenlik yapan Harry'nin başından geçen tutkulu ancak zor ve dramatik bir aşk hikayesi filmin ardında boylu boyunca uzanıyor. Bu aşk, Harry'nin hayatını ciddi biçimde etkiliyor ve mevcut kişiliğinin oluşumunda esas rolü oynuyor.

Harry'nin geçmişi, zengin kocası Ernesto'nun kendisine sapıklık derecesinde bağlı olduğu yasak aşkı Lena üzerine kurulu. Bu geçmişte Lena hayatından kaçabildiği kadarıyla Harry'ye sığınıyor ve bu sığınış aralarındaki daha da aşkı alevlendiriyor. Neredeyse imkansız bir aşkın avucuna düşen Harry ile altın kafeste olmasına rağmen etrafını kuşatan mutsuzluğa tek çareyi Harry'de bulan Lena, 3. kişiye yani Ernesto'ya direnişi göze alıyor. İki sevgilinin bu mücadelesi olayları farklı bir boyuta taşıyor ve filmin hikayesi bu noktada özgünlük kazanmaya başlıyor.

Yapı itibariyle düz bir film Kırık Kucaklaşmalar. Bu kavramı açmak gerekirse film, imgeler üzerine farklı anlamlar yüklemeye ya da kendi içinde küçük ironiler, göndermeler yapmaya çalışmıyor ve söyleyeceklerini doğru zamanda açık bir biçimde söylüyor. Dolayısıyla bu konudaki doğru zamanlaması filmin uzunluğunun seyircinin ilgisini baltalamasına engel oluyor ve film ekran başındakileri uyanık tutarak kozlarını idareli kullanmasını biliyor. İşte bu noktada işe gizem katarak sınıfındaki filmlerden ayrı bir yere konulmayı hak ediyor.

Son tahlilde düz ve uzun gözükmesine rağmen etkileyici hikayesi ve bu hikayeyi iyi işleyişiyle izlenmeye değer bir film niteliği kazanıyor Kırık Kucaklaşmalar. Yılların eskitemediği Penélope Cruz da her zamanki gibi adına yakışır bir role daha imzasını atıyor.

Film için Sinema Vesaire notu: B-

Pazar, Nisan 11

Hayat Var ve Sanat Filmleri

İzleyici ve popülarite anlamında ibre hala absürt ve seviyesiz komedilerden yana görünse de Türk Sineması uluslararası platformda adından söz ettirebilecek kalitede, dikkat çekecek derecede imge ve derinlik yüklü yapımlar da çıkarmıyor değil son zamanlarda. Şüphesiz bu akımın öncülerinin izinden gelen yönetmenlerden birisi de Reha Erdem.

İşte Erdem'in Kosmos'tan bir önceki filmi Hayat Var da ülkemizde yeterince olmasa da Avrupa'da birtakım festivallerde göze çarpmış ve övgüler almış bir film. Kısa bir süre önce izleme şansı bulduğum film için benim görüşlerim de oldukça olumluydu.

Film, Hayat adında bir ortaokul öğrencisinin hayatını, İstanbul portreleri ve Arabesk esintileri eşliğinde anlatıyor. Hayatı okuldan ve evden ibaret olan Hayat, annesinden boşanmış olan babası ve ciğerlerinde ileri derecede hastalığı bulunan yarı-yatalak dedesi ile birlikte yaşamaktadır. Babası para kazanmak için yasadışı faaliyetlerde bulunurken kızını da çoğu zaman kendi başına bırakmaktadır. Her ne kadar Hayat'ın ailevi sorunları okuluna da aksetmişse de Hayat bu hayattan sığınacağı tek yer olan okulunu da bırakmak istemez.

Hayat'ın okul ve ev yaşantısında çevresindeki karakterlerle farklı farklı ilişkileri vardır ve filmdeki her bir ilişki ayrı bir yan hikaye niteliği taşımaktadır aynı zamanda. Film de Hayat'ın hayatındaki bu hikayeler üzerine kurulu bir yol izler.
Filmin ayakta tutan bu hikayelerden her birinin kendi içinde barındırdığı tutarlılıklar ve hikayelerin özgünlüğü filme ayrı bir güç katıyor şüphesiz. Bunun yanında Erdem'in filminde çizdiği karakterler oldukça güçlü ve çelişkisiz. Görüntü yönetimi boyutundaysa İstanbul'u bu denli iyi kullanabilen yönetmen sayısı çok çok azdır ve Erdem bu filmiyle bu isimler arasında önemli bir yer edinmiştir kendine. Sahnelere ilmek ilmek dokuduğu İstanbul manzarasının üzerine serpiştirdiği Arabesk müziklerin filme kattığı alaturka tatsa eşine az rastlanır cinsten. Ses yönetimi sadece müzikleriyle değil her yönüyle de eksiksiz bir film Hayat Var.

Burada son bir parantez açıp yazıyı noktalamak lazım. Sanat filmi deyince çoğu izleyicinin yıkılmaz önyargıları vardır ve hemen herkesin aklına uzun, sıkıcı, anlamsız yapımlar gelir. Evet, sanat filmi senaryosuyla ya da performanslarıya izleyiciyi doyurmak niyetinde değildir ancak bir filmin kalitesini sadece senaryo ya da oyunculuklar belirlemeyebilir. Önemli olan izleyicinin sinemadan ne beklediğini bilmesidir ve kendisinden övgüyle bahsedilen her filme tam not vermek için giderse seyirci, filmden ne beklediğinden zerre haberi yok demektir.

Öte yandan "sanat filmi" kavramının arkasına sığınarak saçma sapan işler çıkaran nice yönetmenler vardır ki oluşan bu önyargılar sebebiyle giyotine gitmesi gerekenler sanat filmleri değil bu insanlardır. Oysa ki sinemanın kendisi bir sanattır ve izleyiciyi etkisi altına alabilen her şey, bu etkinin sebebinin ne olduğunu kat'i surette bilmeye gerek olmaksızın, iyi bir sanat eseridir.

Sonuç itibariyle Hayat Var benim nezdimde iyi bir filmdir ve vakit oldukça bu blogda daha çok yer bulacaktır.

Cumartesi, Nisan 10

Sinema Vesaire ve 2010 Blog Ödülleri

11 Mart'tan bu yana, yani yaklaşık 1 aydır yazmamışım bloga. Öncelikle bu yazısız geçen 1 ay için tüm Svs okurlarından özür dilerim. Oscarlar döneminde bol bol film izleyip kritik yazmaya özen göstermiştim ancak sonra sağlam bir nadas dönemine girdim. Mart ayı sonunda sınavlarım da olduğu için pek bir şey yazmaya fırsat bulamadım açıkçası.

Diğer yandan bu yıl 3.sü düzenlenen [2010] Blog Ödülleri'ne başvurduk ve başvurumuz kabul edildi. Oylama süreci dün itibariyle başlamış bulunmakta. Hal böyleyken blogun daha fazla göz önünde bulunacağını ümit ediyorum ve bu da beni yazmaya itecek bir başka sebep olur umarım.

Lafı uzatmayalım, kendimi oyalayacak fazla bahanem kalmadığı için bir süredir beklettiğim film kritiklerini ve yeni yazı dizilerini mümkün mertebe beğeninize sunmak istiyorum. 2010 Blog Ödülleri'nde kültür-sanat kategorisinde Sinema Vesaire'yi destekliyorsanız oy vermek için aşağıdaki adrese buyrun lütfen:
http://2010.blogodulleri.com/

Perşembe, Mart 11

Alternatif Film Afişleri #3: Kill Bill (Vol.1 & Vol.2)

Vol.1:


"The venom of a black mamba can kill a human in four hours, if, say, bitten on the ankle or the thumb. However, a bite to the face or torso can bring death from paralysis within 20 minutes. Now, you should listen to this, 'cause this concerns you. The amount of venom that can be delivered from a single bite can be gargantuan. You know, I've always liked that word... "gargantuan"... I so rarely have an opportunity to use it in a sentence. If not treated quickly with antivenom, 10 to 15 milligrams can be fatal to human beings. However, the black mamba can deliver as much as 100 to 400 milligrams of venom from a single bite."

Vol.2:

Nolan'dan Superman Filmi Yolda

Her ne kadar çocukluğumdan beri favori süper kahramanım Batman olduysa da, Superman de her çocuk gibi ilgimi çeken, kendini izlettiren bir isim olmuştur benim için. Nolan Batman'i eline alıp ortaya tüm zamanların en iyi süper kahraman film(ler)ini çıkarınca, tek ben değildim herhalde Superman'e de el atmasını isteyen. Batman'i derin anlamlar ve hikayelerle tam bir efsaneye dönüştüren bu adamın elinden bir de Superman filmi izlemek fena olmazdı neticede.

Mutlu haber dün geldi. Nerden esti bilmiyorum ama Nolan ya birilerinin sesini duydu, ya da içindeki sesi dinledi, zira Superman filmi çekeceğini açıklamış. İlk paragrafa ihanet etmeyeyim, ben hala en çok Batman 3'ü merak ediyorum(Inception'la birlikte) ama Superman de kendince bir yere sahip süper kahramanlar arasında. Asıl haberin önemli kısımlarının çevirisini aşağıda, konunun kaynağı için yazıya tıklayabilirsiniz:

"Christopher Nolan konuşuyor, Superman hakkında konuşuyor, Batman ve arada kalan herşey hakkında konuluyor. Ama kelimeler ağzından çıkıyor olsa bile, hala tam olarak bir şey söylemiyor.

"Bu durum çok heyecan verici, fantastik bir hikayemiz var," dedi Kara Şövalye'nin yönetmenine Superman hakkında sorulduğunda. "Ve bu işi doğru bir şekilde yapacağımıza inanıyoruz. Filmdeki çevreyi biliyoruz, türü biliyoruz ve nasıl doğru şekilde yapacağımızı biliyoruz." Daha sonra David S. Goyer'in bir senaryo üzerinde çalıştığını doğruladı. İşler biraz daha somutlaştıkça, Warner Bros. için de bu işin uygun olduğu görülüyor. Neticede, Nolan iki Batman filmiyle onlara yaklaşık 1 milyar dolar kar ettirdi."

Pazartesi, Mart 8

Kırmızı Halı 2010: 11'de 7 İsabet


Oscar ödülleri fazla sevilmiyorsa başlıca sebeplerinden birisi de asla sadece sinemaya ait olmaması. İşin içine Irak savaşı girince The Hurt Locker hak ettiğinden fazlasını aldı. Neticede Amerikan toplumunun ruh halinden beslenen filmin törenden eli boş dönmeyeceği belliydi ancak 6 Oscar bana göre fazlasıyla abartıdır -eğer sadece sinema başlığı altında inceleyeceksek yapımı.

En iyi yönetmen Oscarında benim için James Cameron ve Kathryn Bigelow'un kazanma ihtimalleri eşitti ve tercihimi Cameron'dan yana kullandım. Ancak dedim ya, Oscar sadece sinemaya ait değil, aynı zamanda bir strateji doğrultusunda planlanmış isimler çıkabiliyor zarflardan. Kathryn Bigelow hem bu ödülü almaya yakın ilk kadın yönetmen olduğu için, hem de rakibi Cameron'un evinde bu heykelcikten tam 3 tane bulunduğu için öne çıktı pek tabii.

Eğer tören 1 gün geç olsaydı El Secreto De Sus Ojos'u izlemiş olacaktım ve tercihimi ondan yana kullanacaktım belki de. Ancak yabancı filmler içinde izlediğim tek film Un Prophéte olduğu için tahminim onunla sınırlı kaldı. Precious fazla göz ardı edildi ve çoğunluk sempati duyduğu Maggie'nin ödülü alacağını umut etti. Bense filmi son gün izledim ve aldığı 2 Oscarı da sonuna kadar hak ediyor, rahatlıkla söyleyebilirim. Mo'nique'nin performansı tek kelimeyle olağanüstüydü.

Sandra Bullock da karşısındaki rakipler ya zayıf olduğu için, ya da bu ödülü ve adaylıkları koleksiyon haline getirmiş çok güçlü adaylar olduğu için kazandı. Bir oyuncunun aynı sene hem Altın Ahududu, hem de Oscar ödülü alması ironik biraz da. Önüne hangi film çıksa oynuyor demek ki Bullock.

Filmini izlemeden Oscar alacağını tahmin ettiğim tek isim Jeff Bridges'tı. Bugüne kadar 4 kez törenden eli boş dönmesi esas faktör. Christoph Waltz'ın önü de bu ödülle epey açılır. Performansı gerçekten unutulmazdı ve sanki zarfın içindekini önceden görmüş gibi emindim Oscar'ı alacağından.

Bir tören daha geride kaldı. Bu törenden sonra ödülleri anlamlandırmak için bir kez daha şu klişeyi kullanalım: Oscar asla sadece oscar değildir. Artık kafam rahat bir şekilde klasiklere dönüş yapabilmeyi umut ediyorum. Ha bir de, An Education'u eli boş gönderdiği için Akademi'ye burdan ayrıca teşekkürlerimi sunarım...

  • [-] En İyi Film: The Hurt Locker - (Sinema Vesaire tahmini: Avatar)
  • [-] En İyi Yönetmen: Kathryn Bigelow - (Sinema Vesaire tahmini: James Cameron (Avatar))
  • [-] En İyi Özgün Senaryo: The Hurt Locker - (Sinema Vesaire Tahmini: Inglorious Basterds)
  • [+] En İyi Uyarlama Senaryo: Precious
  • [+] En İyi Kadın Oyuncu: Sandra Bullock (The Blind Side)
  • [+] En İyi Erkek Oyuncu: Jeff Bridges (Crazy Heart)
  • [+] En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Mo'Nique (Precious)
  • [+] En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christoph Waltz (Inglorious Basterds)
  • [+] En İyi Görüntü Yönetmeni: Avatar
  • [+] En İyi Müzik: Michael Giacchino (Up)
  • [-] En İyi Yabancı Film: El Secreto De Sus Ojos - (Sinema Vesaire Tahmini: Un Prophéte)

Kırmızı Halı 2010: Sinema Vesaire Tahmin Listesi

Bu listede ise bu gece Oscar alacağını tahmin ettiğim filmler var. Bazı noktalarda Akademi ile çelişebiliyoruz ister istemez :)

Kırmızı Halı 2010: Sinema Vesaire Listesi

Oscar ödülleri töreninin başlamasına 1 saatten az bir zaman kaldı. Kişisel işlerim olduğu için internete anca bağlanabildim. 2 listem var, biri "ben olsaydım hangilerini seçerdim" üzerine, diğeri ise "akademi hangilerini tercih eder" üzerine. Önce benim için 2010 yılı oscarları şu şekilde(11 dalda):

Pazar, Mart 7

Kırmızı Halı 2010: District 9 [2009]

Ben fikrimi peşinen söyleyim, bence 2009 yılının en iyi filmi District 9'dur. Oscar penceresinden bakacak olduğumuzda aynı performansı gösteremeyecek olsa bile.

İnsanoğlu-uzaylı ilişkileri, yeni evrenleri ve canlı türlerini keşfetme, onlarla birtakım ilişkiler içinde bulunma gibi konular teknoloji ilerledikçe doğal olarak sinemada daha fazla yer buluyor. Bu kavramları konu alan filmlerin de sınıfında farklı bir yere sahip olabilmek için, konuya farklı bir açıdan bakması, bir bakıma tabuları yıkması elzem hale geliyor. İşte konuya bu farklı bakış açısıyla yaklaşabilen, bilindik figürler üzerinden ilerlemek yerine olayı daha ilgi çekici ve etkileyici hale getirebilen bir film District 9.

Yeryüzüne bir uzaylı gemisi iner ve içerisinden yüzbinlerce uzaylı çıkar. Gemilerinin ana kumanda bölümü kayıptır ve geri dönüş şansları kesinlikle yoktur. Aynı zamanda bu uzaylılar bildiğimiz "hedefi insanlığı yok etmek" türünden yaratıklar değildir ve aslında bir bakıma "işçi sınıfı" statüsünde, kolayca hükmedilebilecek bir düşünce yapısına sahiplerdir. Hükümet, uzaylılar için tellerle çevrili ve yüksek askeri güvenlik altında bir bölge inşa eder ve uzaylıları insanlardan az-çok soyutlamayı başarır.

Ancak insanlar herşeye rağmen uzaylıların daha uzak bir bölgede konumlandırılmaları için yönetim üzerinde büyük bir baskı oluşturur ve uzaylıların taşınması kararı alınır. Bunun için bir bakıma kendi haline bırakılan bu kenar mahallelerinden oluşan küçük şehre girilip her uzaylının imzasının (daha doğrusu el izinin) alınması gereklidir. Bu göreve filmin esas karakteri olan Wikus Van De Merwe atanır. Van De Merwe, iyi niyetli ve mutlu bir insandır. Ancak uzaylılarla birebir muhatap olmak zorunda kalan Van De Merwe, önce bir enfeksiyon kapar ve daha sonra bilimsel olarak önemli bir örnek haline gelir. Bu görev, onun hayatının seyrini tamamen değiştirir.

Filmi övmeye nerden başlasam kestirmek güç gerçekten. Filmin en başta size verdiği belgesel havası filmin en önemli farklarından birisi. Olaylar bazen ropörtajlarla ve anlatımlarla ilerliyor ve film bir belgesel havasında, sanki tüm bunlar gerçekten olmuş gibi bir görünüm kazandırıyor konuya. Böylece izleyicinin tamamen filme yoğunlaşmasını sağlıyor ve aksiyon başlamadan önce gerekli altyapıyı hazırlıyor.

Görsel efektler ise filme dair olağanüstü ayrıntılardan bir diğeri. Uzaylılara ait silahlar oldukça yüksek bir tesir gücüne sahip olduğundan film zaman zaman havada uçuşan et parçacıklarından ve kan damlalarından, bombalardan ve şarapnellerden ibaret hale gelebiliyor. Tüm bu efektler ustaca işlendiğinden yaşattığı görsel deneyim de fazlasıyla iyi hale geliyor.

Ayrıca Van De Merwe kendisini izleyiciye sevdiren bir karakter olduğundan hikayesi daha özgün bir hal alıyor. Karaktere olan sempatimiz bize hikayenin dramatik anlarını daha iyi yaşatıyor.

Son tahlilde District 9, son yıllarda yapılmış en iyi bilim kurgu ve türe inecek olursak uzaylı filmlerinden birisi ve mutlaka izlenmeli. Oscar şanslarına ise diğer filmlerle birlikte aynı başlık altında değinmek daha doğru olacaktır.

Film için Sinema Vesaire Notu: A-

Kırmızı Halı 2010: Avatar [2009]

Avatar'ın kritiğini bloga(buraya) yazmamıştım. Sinemabed.com için yazdığım kritiğe bu adresten erişebilirsiniz. Filmi izlediğim gün düşündüklerimle bugün düşündüklerim arasında pek bir fark yok. Bence Avatar gereğinden çok fazla abartıldı ve görsel efektleriyle kullandığı teknoloji dışında çok da sıradışı bir film değil. Unutmamak lazım sinemada 3 boyutlu gözlüklerle, dev ekranla ve ses sistemleriyle verdiği keyif nadiren bulunur ve aslında böylesine filme adanmış bir ortamda dikkat kesilip izlenildiğinde evinizde uzanıp izledikten sonra beğenmediğiniz nice filmler sayabilirim size.

Gene de, James Cameron'un filme verdiği emek ve ortaya çıkardığı iş büyük saygı hak ediyor. Ama Akademi'nin bu yıl adaylar arasında teknolojisi ve görselliğiyle diğerlerinden farklı bir konuma sahip olan bu filme nasıl yaklaşacağı hakkında hiç bir fikrim yok desem yeridir. Oscar adaylarını ayrı bir başlıkta tartışacağımız için bu konuyu şimdilik burada kapatalım.

Çarşamba, Mart 3

Kırmızı Halı 2010: The Blind Side [2009]

Arşivden bir yazıyı Kırmızı Halı 2010 başlığı altında paylaşalım bugün. En iyi film Oscarına aday olacağını ummadığım için adaylar açıklanmadan kritiğini yazmıştım filmin. Ancak filmdeki karakter Amerika'da büyük bir isme ve önemli bir hikayeye sahip olduğu için aday olması çok da abes değildi. Yazıyı önceden okuyanlar için filmin Oscar şansına peşinen değinelim: Düşük. Zira konuyu fazlasıyla optimist bir üslupla ele alıyor ve duygular üzerine yeterince büyüteç tutmuyor. Hayattan bir parça olmasına rağmen hayattan bir parça gibi değil, film gibi durmaktan öteye gidemiyor.

Filmin Kritiği:
Hayat farklı karakterlerin farklı hikayelerinden oluşan bir bütün. Kimi hikayeler sıradan, kimileri ise sıradışı. Bazıları umut verici, bazılarıysa umutsuzluğa düşürücü. Bilmiyordum The Blind Side'ı izlerken gerçek bir hikayeden uyarlama olduğunu. İzlemeyi bitirdikten sonra öğrendim ki Amerikan Futbol Ligi'nin en iyi savunmacılarından Michael Oher'ın gerçekte duysak "film gibi" sözleriyle nitelendireceğimiz hikayesini anlatıyormuş The Blind Side. Afişte de söylediği gibi, O'nun "olağanüstü" hikayesini.

Michael, Amerikan banliyölerinde büyümüş zenci bir çocuktur. Henüz lise çağlarındadır ve ailesi tarafından terk edilmiştir. Gitti her okuldan atılan, okuma yetisi oldukça düşük ve notlarının çoğu tabana vurmuş çok zayıf bir öğrencidir. Ancak "topla oynanan her oyun"u başarıyla oynayabilmektedir. Onun bu yeteneğini gören bir spor öğretmeni, kendi futbol takımında oynatmak için ne pahasına olursa olsun okuluna kaydettirmek ister ve güç de olsa bunu başarır.

Ancak bir sorun vardır. Michael'in spor takımına girebilmesi için derslerinden de iyi notlar alabilmesi ve her ders için 2.5 ortalamayı geçebilmesi gereklidir. İşte bu sorunlarla nasıl mücadele edeceğini bilemeyen Michael'i zengin Tuohy ailesinden anne Leigh Anne (Sandra Bullock) sokakta başıboş bir halde bulur ve ona yatacak yer verir. Bu sıcak ortam bir süre sonra Michael'in yuvasına dönüşecek ve kariyerine giden yolda ona her türlü imkanı sağlayacaktır.

Filmin adının duyulduğu her yerde bahsedilen bir başka şey daha var ki o da Sandra Bullock'un Leigh Anne rolündeki performansı. Dinine bağlı ve yardımsever bir anne olan Leigh Anne, aynı zamanda zayıf yönlerini kendine saklamayı bilen ve dışarıya oldukça güçlü görünebilen bir kadındır. Bu karakteri başarıyla canlandıran Sandra Bullock ise görünen o ki kendinden daha çok söz ettirecek ve büyük ihtimalle önümüzdeki Oscarlarda güçlü bir aday olacak.

Bunun yanında filmde işlerin hep rast gitmesi zaman zaman olayların gerçeklikten uzağa düşmesine sebep olabiliyor. Belki de tamamını bilmediğimiz Michael'in hikayesinde de herşey böyle gidiyordu ve onu "olağanüstü" yapan şey de buydu. Hikayenin Amerika'nın kendine özgü bu sporunun popüler oyuncularından birine ait olması ise gişe ve reyting anlamında filmin en büyük avantajı kuşkusuz.

Sonuçta The Blind Side, ailenizle hoşça vakit geçirmek için izleyebileceğiniz türden, optimizm dolu o sıcak filmlerinden bir tanesi. Bu büyük başarı hikayesi, Oscarların öncesinde görülmeye değer filmlerden bir tanesi olarak sinema tarihindeki yerini alıyor.

Film için Sinema Vesaire notu: B

Pazartesi, Mart 1

Kırmızı Halı 2010: The Hurt Locker [2008]

Gün yok ki Hollywood'un film yapımcıları Amerika'nın içinde bulunduğu savaşları ısıtıp ısıtıp önümüze sürmesinler. Vietnam ve 2. Dünya Savaşı'nı iliklerine kadar sömürdükten sonra yakın geçmişteki Irak Savaşı'ndan da kendilerine pay çıkarmaya başlamaları kaçınılmazdı. Nitekim konusu Irak'taki bu savaş olan filmler mantar gibi türedi son yıllarda.

Ancak sıcak savaş ile soğuk savaş arasındaki fark ister istemez bu filmlerin tarzını da etkiledi. Aksiyonun dozunu düşürmek ve kalan boşluğu dram ile doldurmak zorunda kaldı yapımcılar. Bu bağlamda adı savaş filmi olmasına rağmen düşük tempolu yapımlar hakim oldu piyasaya. Bu doğal olarak izleyici kitlesinin sayısını etkiledi ve Saving Private Ryan, Pearl Harbor vb. aşırı rağbet gören savaş filmlerine yenileri dahil olamadı.

Elbette filmlerin değindiği konu hassas olduğundan filmin bu konuya yaklaşımı oldukça önemli. Olayları tek taraflı yorumlamak tepki toplayacağı gibi filmin gerçekçiliğini ve samimiyetini de oldukça baltalıyor. 2 paragraftır üstünde durduğumuz bu kriterler deyim yerindeyse eleğin gözlerini küçültüyor ve alta düşebilen film sayısı da oldukça azalıyor.

Girizgahı uzun tutuşum The Hurt Locker'ı bu kriterlerin ışığında incelemek istememden kaynaklanıyor. Filmin konusu, Irak'taki Amerikan ordusunda bulunan ve görevleri bomba imha etmek olan 3 kişilik bir timin başından geçen olaylar üzerine. Bu olaylar mütemadiyen ihbar edilen her türlü bombayı çözmek üzerine olduğundan, işin tekniği filmin temposunu oldukça düşürüyor. Zaman zaman olaylara iyi gerilim yüklemeyi başarabilse de, ekran başındaki seyirciyi bazı anlarda fazlasıyla bekletiyor ve maalesef sıkabiliyor.

Öte yandan birtakım olaylara askerlerin psikolojisi ve ruh hali üzerinden yaklaşmaya çalışıyor -ki bu iyi yapıldığında Full Metal Jacket gibi filmin kalitesinin tavan yapmasını sağlayabilir- ancak film bazen tam olarak ne yapmak istediğini bilmeyen bir görüntü çizdiğinden bu yaklaşımı da yeterli seviyede gerçekleştiremiyor.

Tempo aksiyon ve psikoloji konusundaki eksikliği filmi zaman zaman yere düşürüyor gibi olsa da filmin bazı anlarda seyirciye yaşattığı gerilim ve kısa süreli heyecanlar da yok değil. Bunların yanında olayların dramını da iyi yansıtabiliyor ve bunlar filmi ayakta tutmaya yetiyor.

Netice itibariyle The Hurt Locker, bilinen Irak Savaşı'nın daha önce işlenmeyen bir parçasını anlatıyor ve düşük temposuna dayanabildiğiniz taktirde izlenmeye değer bir film niteliği kazanıyor.

Filmin Oscar şansı üzerine değinecek olursak baştan söylemekte fayda var, bana göre Amerikanlar filmi biraz abartıyor. Ancak savaşın Amerikan toplumundaki etkisi bunu açıklanabilir kılıyor. Film aday olduğu 9 daldan bazılarında illa ki ödül kazanacaktır ancak en iyi film dalında şansı düşük görünüyor. Diğer dallardaki Oscar şansına daha sonra değiniriz.