Cuma, Nisan 30

Moon [2009]

Amerikanlar'ın filmlerinde Ay'a gidip gelmekten sıkıldığını sananlar hata etmiş olacaktır benim gibi. Her ne kadar 2009'da Vulcan, Spock, Pandora gibi gezegenleri görmüşlüğümüz olduysa da, Moon filminin hikayesi, bilmemkaçıncı kez Ay'da geçiyor. Tabii ki bunda filmin uzay filmi olmasından çok olaya başka bir boyutta bakmaya çalışmasının payı göz ardı edilemez.

Moon filmi, Ay'da keşfedilen ve Dünya'ya belli aralıklarla gönderilmesi gereken bir maddenin işlendiği bir uzay üssünde, burada çalışmak için 3 yıllık bir kontrata imza atmış ve eve dönüşüne az bir zaman kalmış astronot Sam Bell'in hikayesini anlatıyor. Sam Bell'in bu uzay üssündeki tek arkadaşı olan robot GERTY de filmde aktif olarak gördüğümüz diğer karakter.

Sam artık eve dönmek için günleri sayarken üste bir aksilik meydana gelir ve çıkıp uzay arabasıyla bir göz atmaya gitmesi gerekmektedir. Ancak yolda Sam'in başına enteresan bir olay gelir ve işler oldukça enteresan bir biçimde karışır. Bu noktaya kadar sıradan ve sıkıcı bir uzay filmi gibi görülen Moon, bu noktadan sonra başka bir konu, klonlama teknolojisi üzerine farklı bir yaklaşım getirir ve hikayenin psikolojik yönü ağırlık kazanır.

Anlattığını düşündüğümüz şeyi anlatmıyor olmasına rağmen Moon gene de fazla bir şey söylemiyor bizlere ve zaman zaman fazla sabır gerektiriyor. Hikayenin karmaşıklığını son ana kadar muhafaza ettiği için izleyiciye ufak bir merak aşılayarak ekran başında tutmaya çalışıyor. Küçük bir mekanda geçmesi ve karakterlerin azlığı, filme bazı anlarda boğucu bir hava veriyor. Her ne kadar ikinci yarısında ufak sürprizler yer alsa da film bittiğinde bize fazlasıyla kompleks sunulan konunun oldukça yüzeysel ve basit olduğunu görmek de ayrı bir hayal kırıklığına dönüşüyor.

Üzerine söylenebilecek fazla da bir şey yok Moon'un. Bana göre biraz abartılan ve bu abartılışında The Hurt Locker'da olduğu gibi Amerikanlar'ın milli duygularının rol oynadığı bir film. Derdi uzayda mesafeler kat etmek ve yeni ırklar keşfedip onların topraklarını istila etmek olmasa da bu farklı olma çabası yeterli gelmiyor ve ortalama bir film olmaktan öte gidemiyor.

Film için Sinema Vesaire notu: C+

Perşembe, Nisan 29

Dancer In The Dark [2000]

Söz konusu bir annenin evladı için yapabileceği fedakarlıklarsa şüphesiz buna sınır koymanın imkanı yok. Dancer In The Dark, bir annenin çocuğunun gözündeki hastalığı iyileştirmek için yaptığı sonu gelmez fedakarlıkların müzikal hali. Lakin müzikal denince akla gelen çoğu filmin aksine bu film fazlasıyla acı, ümitsizlik ve dram taşıyor sırtında.

Selma Jezkova, insanın gözlerine yaş ilerledikçe daha çok zarar veren ve orta yaşlara gelindiğinde körlükle sonuçlanan genetik bir göz hastalığına sahiptir ve oğlu da aynı hastalığı taşımaktadır. Bu hastalığın tek tedavisi pahalı bir ameliyattır ancak bu ameliyat için hastanın 13 yaşını geçmemiş olması gerekmektedir. Selma için bu ameliyatın artık imkanı yoktur ancak onun tek istediği oğlunun gözlerini kurtarabilmektir.

Bu ümitlerle Çekoslovakya'dan Amerika'ya göç eder ve gece gündüz demeden ameliyat parasını biriktirebilmek için çalışır. Artık paranın tamamlanmasına çok az bir süre kalmıştır ve oğlu Gene de 13 yaşına yaklaşmaktadır. Ancak Selma'nın gözleri artık iyice göremez hale gelmiştir ve fabrikada dahi işleri ezberlediği kadarıyla yapmaya çalışmaktadır. Hem görme yetisi, hem de süresi nihayete ermek üzere olan Selma parayı tamamlamak için ne gerekiyorsa yapmaya kararlıdır. Ancak herkesten sır gibi sakladığı para kısa bir süre sonra başına büyük dert açar ve Selma'nın hayatı beklediğinden daha erken kararmak üzeredir.

Filmin hikayesi oldukça etkileyici. Yönetmen Trier'in ve başroldeki Björk'ün bu hikayeyi beyaz perdeye aktarırken ortaya koydukları performans da öyle. Özellikle dram yönünden başarılı bir film Dancer In The Dark. Ancak çekimlerde yönetmenin kamerayı sabit tutmama tercihi tartışılır zira bu tür sahneler bazen amatörce gözükebiliyor. Aynı şekilde müzikal sahneleri filmin çok dışında duruyor, görüntü yönetimi anlamında o sahnelere ayrı bir ton ve hava verilmesi bir nevi filmden kopuk durmalarına sebep oluyor. Ancak filmin müziklerinin başarılı olması bu açığı örter nitelikte.

Selma'nın hikayesi ilerledikçe izleyiciye daha çok ümitsizlik ve karamsarlık aşılıyor. Olay örgüsünün işlenişindeki ustalık kendisini film sona yaklaşırken dramatiklikte zirve yapışı ile açığa çıkarıyor. Bir noktadan sonra müzikalin adı kalıyor ve Dancer In The Dark tam anlamıyla bir "ağıt" halini alıyor. Ve bu ağıt, Selma'nın ağıdı, gene kendi şarkılarıyla son buluyor.

Sonuç olarak Dancer In The Dark, ağır dram sevenleri tatmin edecek türden bir film. Bir müzikal olarak da başarılı denilebilir. Selma'nın hikayesinde hepimizin kendinden bir şeyler bulması mümkün.

Film için Sinema Vesaire notu: B+

Pazartesi, Nisan 26

Tuncel Kurtiz Röportajı Bölüm 2

Röportajın 1. bölümünü okumak için tıklayınız.


Yılmaz Güney üzerine...
"İkimiz de komünisttik, ikimiz de hikâye yazıyorduk. İkimiz de bu küçücük dünyamızın, insanlar için bir bahçe olabileceğine inandık. Birbirimize güvendik ve iki taraf da bunu sarsacak hiçbir şey yapmadı. Yılmaz beni iş için çağırdığında ben kontratımı iptal ettim veya kendi filmimi yarıda bırakıp koştum."

EMPIRE: Yılmaz Güney'le üniversite yıllarından başlayan dostluğunuz o ölene kadar sürdü. Bu dostluğun böyle sağlam olmasının sebebi neydi?

KURTİZ: İkimiz de komünisttik, ikimiz de hikâye yazıyorduk. İkimiz de bu küçücük dünyamızın, insanlar için bir bahçe olabileceğine inandık. Birbirimize çok inandık, güvendik ve iki taraf da bu güveni sarsacak hiçbir şey yapmadı. Yılmaz beni herhangi bir iş için çağırdığında ben kontratımı iptal ettim veya kendi yapacağım filmi bırakıp yanına koştum. İyi bir şeyler yapacağına hep inandım. Sürü için beni istediğinde yurtdışındaydım. "İhtiyarı bulun" demiş; bana ihtiyar derdi. "Abi nasıl bulalım," demişler, "Hürriyet'e ilan verin, o gelir" demiş. Geldim de. Şimdi bana sinema yapmak isteyen gençler tavsiye soruyorlar. Diyorum ki, kendinize, arkadaşlarınıza güvenin ve size güvenen insanlar bulun. Sinema bir ekip işidir ve yıldızlar yıldızlarla daha çok parıldar, bunu da hiçbir zaman unutmayın.

EMPIRE: Yılmaz Güney'le onun tabiriyle bir 'fahişelik' dönemi geçirdiniz. Sonra yeni bir sinemanın fitilini ateşledi Güney ve siz de hep yanında oldunuz. Bu yeni heyecan sizin hayatınızda ne kadar etkili oldu?

KURTİZ: Biz tanıştığımız günden son güne kadar, en ucuz işleri yaptığımız dönemlerde de hep bir umut peşindeydik. Daha 1965'te Bedreddin'i yapmayı düşünüyorduk. Umut ile Cannes'a gitmeden önce son konuşmamızda Boynu Bükük Öldüler'i dört mevsimde çekmeyi düşünüyorduk, daha doğrusu o düşünüyordu, ben destekliyordum. Ölmeden önce son konuşmamızda, bana benim için hazırladığı bir senaryodan bahsetti, "Çok seveceksin ihtiyar, ama şimdi sana hiçbir şey söylemiyorum" dedi. Son telefonunda "Başkalarından duyma, midemin yarısını aldılar, sağlığına dikkat et ihtiyar, senin için bir film hazırlıyorum" demişti.

EMPIRE: Hudutların Kanunu sizin belki de ilk defa dikkat çektiğiniz filmdir. Bugün hâlâ klasiklerimizden biri, sonra Umut, değerinden bir şey kaybetmedi. Siz bir taraftan bu filmlerde canla başla çalışıp, bir yandan da oyuncu olarak önemli performanslar sergilediniz. Eskiden bir oyuncuya düşen sorumluluk daha mı fazlaydı, yoksa ekip olma hali o yıllarda daha mı önemli bir değerdi?

KURTİZ: Az önce de söyledim, sinema bir ekip işidir. Bir insan gövdesi gibidir, küçük parmağındaki bir şeytantırnağı insanı ne kadar rahatsız ediyorsa, küçücük bir ayrıntı filmi zedeler veya yüceltir. Bir reji, ekip olmayı ve bireylerin tek tek üstün yeteneklerini ortaya çıkarma fırsatını verdiği ölçüde başarılıdır. Her iş gibi...

Bunu Biliyor muydunuz?
Kurtiz, 1986'da Kuzunun Gülümseyişi'ndeki performansıyla
Berlin Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü
almak için sahneye çağrıldığında karşısında
çocukluk aşkı Gina Lollobrigida'yı bulur. Ödülü almadan önce
"Seni hep sevdim Gina ve hep seveceğim" der.
Gina da gülümseyerek "Filme büyük ödülü vermek istedik
ama olmadı" cevabını verir.


EMPIRE: Sadece Yılmaz Güney'le değil; Erden Kıral, Zeki Ökten, Tunç Okan'la da önemli filmleriniz var. Yılmaz Güney'in sinemacı kişiliğiyle kurduğunuz ilişkiyi bu yönetmenlerle de kurabildiniz mi?

KURTİZ: Hayır, içlerinden sadece Zeki Ökten'le bir yakınlığım oldu, hâlâ da sürer.

EMPIRE: Zeki Ökten'le Sürü'de birlikte çalıştınız. Malum, konuşmayı sevmiyor kendisi. Müthiş bir sinema duygusu ve eldeki şartlarla harikalar yaratan bir yönü var Ökten'in. Sürü'nün ortaya çıkmasında Ökten'in bu özelliklerinin ne kadar etkisi oldu dersiniz?

KURTİZ: 1961'de Nişan Hançer'in asistanıydı. Şehir Tiyatrosu'nun Üsküdar sahnesinde Behzat Budak rejisinde oynanan 3. Selim piyesinde figüranların arasında mızrak tutardı ve bana sinemada neler yaptığını, asistanlığını anlatırdı. Daha sonra '64 yılında Bilge Olgaç'la beraber İlhan Engin'in asistanı oldu. İlhan Engin bir romancı ve gazeteciydi, ilk filmiydi. Zeki ve Bilge, İlhan Engin'in sağ ve sol kollarıydı. Zeki bana "Oluyor abi, bayağı iyi oynuyorsun, sinemaya alıştın" demeye başlamıştı. Yıllar sonra Sürü'de rejisörüm oldu. Saygılı, fakat inatçı bir tabiatı vardı. Yılmaz'ın altı saatlik senaryosunu Siirt'te bir otel odasında birlikte kestik. Sakin, fakat kararlı bir şekilde çekimini gerçekleştirdi. Zor şartlar, imkânsızlıklar onu hiç yıldırmadı. Negatif sıkıntısından bazen beş metrelik planlar çektiği oldu, her planı bilinçliydi. Plan zevkini onda gördüm. Yükseklik, alçaklık, yakınlık, uzaklık, her şey kontrolündeydi. Yılmaz'a her zaman saygı ile "Yılmaz Bey" dedi, ama filmi tamamen kendi estetik kaygıları ile gerçekleştirdi. Keşke sonradan eline başka Yılmaz Güney senaryoları da geçseydi, birlikte tekrar çalışsaydık... Zeki'yi çok severim.

EMPIRE: Sürü sizin oyunculuğunuzun ve Türk sinemasının zirve noktalarından biridir. Filmi çekerken bu kadar iyi sonuç verebileceğinizi düşünüyor muydunuz?

KURTİZ: Ben hiçbir zaman sonuçları düşünmedim.

"Sürü benim için ulaşılması zor bir noktadır. Bir daha ne zaman, nerede beni uçuracak bir beyaz at bulabilirim, bilmiyorum."

EMPIRE: Ankara Sinema Derneği'nin düzenlediği Türk Sinemasının En İyi 10 Filmi anketinde, rol aldığınız iki film bulunuyor: Umut ve Sürü... Dönüp arkaya baktığınız zaman bu filmler sizin için neler ifade ediyor?

KURTİZ: Bunu defalarca anlattım, bu iki film Yılmaz'ın bana taktığı iki kanattır. Avrupa'da ve dünyada bana teklif edilen birçok iş bu filmler sayesinde olmuştur. Peter Brook, Sürü'yü seyrettikten sonra "Bu adam oyuncu mu, yoksa oradan gerçek bir köylü mü, oyuncu olduğuna inanamıyorum" dediğinde yanında bulunan eski oyuncusu Miriam Goldschmidt "O bir oyuncu, benim de arkadaşım Berlin'den, çok da iyi İngilizce konuşur" deyince, benimle tanışmaya karar vermiş ve menajerimle temasa geçmiş. Yine Sürü ile katıldığım Tel Aviv Film Festivali'nde film büyük sükse yapınca, İsrail'den iki rejisörden teklif aldım ve bu filmlerden biri olan Kuzunun Gülümseyişi ile Berlin'de En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldım. Sürü benim için ulaşılması zor bir noktadır. Bir daha ne zaman, nerede beni uçuracak bir beyaz at bulabilirim, bilmiyorum. Geçenlerde Tarık Akan'la Sürü'nün çekiliş hikâyesini anlatan bir belgesel yapmışlar, galiba adı Oradaydım. Tarık beni duygulandırdı, kendini değil, hep beni anlatmış, bütün ekiple, Tarık'la, Melike'yle (Demirağ), Yaman Okay'la, diğer oyuncu ve tüm teknik ekiple zoru başarmanın sevincini paylaştık. Güzel dostluklar kaldı geriye.
Umut ise kesilen bütün sahnelerine rağmen Yılmaz'ın ve sinemanın baş eserlerinden biridir. Benim içinse çok şeyi feda ederek içinde olduğum bir filmdir. Yılmaz hep "Tuncel arkadaşımla birlikte yaptık" derdi bu filmi, bense "Filmi sen yaptın, ben senin yoldaşın ve oyuncundum" derim. En üzüldüğüm şeylerden biri de güreş sahnesinin sinema işletmecilerinin isteği üzerine kesilmesidir. Bir de eşeğimle arkadaşlığımın...

EMPIRE: Tabii bir oyuncunun alabileceği en önemli üç-beş ödülden biri olan Gümüş Ayı var. Bu aldığınız ödül pek de vurgulanmıyor kariyerinizde. Ama bunun hayatınıza nasıl bir getirişi oldu?

KURTİZ: Ferhan Şensoy'un söylediği gibi, "Ödüller basur gibidir, hangi g.te isabet edeceği bilinmez." Bir getiri beklemedim, geldiyse de hiçbir zaman farkında olmadım.

"Marlon Brando ile on gün çalışacaktım; Marlon Brando gerçekten oyuncu ve insan olarak, en çok beraber olmak istediğim kişiydi. Ona hâlâ vurgunum."

EMPIRE: Hayata geçmemiş projeleriniz var. Mesela David Lean'in yöneteceği bir filmde Marlon Brando ile oynayacakmışsınız ve Robert Wise'dan yine Anthony Quinn'in oynayacağı bir proje için teklif almışsınız. Bunlar neden hayata geçmedi?

KURTİZ: David Lean maalesef erken öldü, filme hiç başlayamadı, çok istiyordum, Marlon Brando ile on gün çalışacaktım; Marlon Brando gerçekten oyuncu ve insan olarak, en çok beraber olmak istediğim kişiydi. Ona hâlâ vurgunum. Şimdilerde Sean Penn ile oynamak isterim. Anthony Quinn ile Robert Wise'ın yapacağı Zorba müzikalinde üç solo dansım ve üç şarkım olacaktı, ekonomik sebeplerden o proje de hayata geçemedi.

EMPIRE: Sinema ve tiyatro çalışmalarınız hep yan yana gitti. Sinemada devleşirken de sahneleri pek terk etmediniz, hatta Peter Brook gibi bir yönetmenle çalıştınız... Hayatınızda sinemanın tiyatrodan rol çalmasına nasıl engel oldunuz?

KURTİZ: Ben oyunculuğu sinema ve tiyatro olarak ayırmıyorum.

Bunu biliyor muydunuz?
Hudutların Kanunu çekilirken '20 soruda bir isim bilmek'
oyununda Lütfi Akad'ın tuttuğu ismi kimse bilemez.
Akad, Caravaggio'yu tutmuştur. Ve "Siyah-beyazı anlamak
için Caravaggio'yu tanımak lazım" der. Yıllar sonra Kurtiz,
sanatçının gençliğini filme almak isteyen Derek Jarman'la
karşılaşınca Caravaggio'nun yaşlılığını oynamak istediğini söyler.
Jarman ise "Vaktimiz olursa" yanıtı verir.
Çünkü yönetmen o sıralar hastadır.


EMPIRE: Peter Brook açık sahne anlayışını tiyatroya kazandırarak sahnenin otoriter tavrını yıkıp attı. Peki, bu tavırdan siz nasıl fayda gördünüz?

KURTİZ: Ben hayatımda da, sanatımda da işe yanlışla başlamaktan yanayım, yani yanılan bilimden yanayım. Çünkü bilim hep yanılmış, iki nokta arasındaki en kısa yol doğruydu, ama uçak rotaları iki nokta arasındaki en kısa yolu bir eğri olarak görüyor, bugün. Hangi doğrudan hareket edeceksin? Bir zamanlar dünya düzdü. Brook da Batı'nın durağan, Ortaçağ felsefesinden sıkılmış ve kendisini Doğu'ya atmış bir sanatçıdır. Bu açık sahne tavrı, bizde ortaoyunlarında, köy seyirlik oyunlarında zaten var olan bir şeydir, yazık ki bizim tiyatromuz onlardan gerektiği gibi yararlanamadı. Çok sevdiğim Ferhan Şensoy'u bunun dışında tutuyorum.

Harry Brown [2009]

Harry Brown (Michael Caine), günümüz İngiliteresi'nde yaşayan, tek kızını yitirmiş ve karısı bir süredir komada olan yalnız bir ihtiyardır. Onun günlük hayatındaki tek arkadaşı, kendisi gibi yalnız yaşayan bir başka ihtiyar Leonard Atwell'dir. Harry'nin günleri hastanede komada yatan karısının yanında beklemekle ve Leonard'la barda satranç oynamakla geçmektedir.

Harry'nin yaşadığı mahalle, bir sokak çetesi tarafından uzun süredir istila altındadır ve akşamları kavgalar, hırsızlıklar, yaralamalar/cinayetler artık had safhaya ulaşmıştır. Bu çete Harry ve özellikle arkadaşı Leonard gibi iki ihtiyarı da fazlasıyla tedirgin etmektedir. Öyle ki Harry yolu üzerindeki yaya alt geçidini artık çetenin mekanı olduğu için korkusundan kullanamamakta ve uzun yolu tercih etmektedir, Leonard ise çeteden o denli tedirgindir ki artık korkusunu içinde gizleyemez olmuştur ve Harry'nin yanında da sık sık dile getirmektedir.

Harry'nin yalnız hayatı komadaki karısı Kath'in de ölümüyle daha çekilmez bir hal alır. Daha sonra o tünelde bir cinayet yaşanır ve bu Harry'nin büyük bölümünü yalnız geçirdiği hayatını daha da zor hale sokar. Derken emniyet, bu cinayeti araştırmak üzere bir detektif ve polisi davaya atar. Ancak onların da ellerinden pek bir şey gelmez ve Harry bu çaresizliğe daha fazla dayanamaz. Artık gerekeni yapması ve o tünele girmesi gerekmektedir...

Sosyal açıdan günümüz dünyasındaki/İngiliteresindeki sokakların durumuna büyüteç tutan film, aynı zamanda dramatik bir hikayeyle olayın vehametini daha açık bir şekilde gözler önüne sermekte. Kahramanımız Harry Brown'un başından geçen olayların sorumlularıyla yüzleşme çabası Michael Caine'in olağanüstü performansıyla daha heyecanlı ve epik bir hale geliyor. Film bu mücadeleyi epik bir hale getirirken en büyük sınavını gerçekçilikle veriyor ve gerçekçilikle kahramanlık arasındaki dengeyi iyi sağlayarak bu sınavdan geçer not alıyor.

Filmin temposu ilk yarısında zaman zaman düşse de bu hikayenin oluşumuna katkı sağlayacak sahnelerde olması gereken bir handikap olduğu için fazla rahatsız etmiyor. Görüntü ve sanat yönetimi açısından film oldukça iyi. Özellikle silahlı/kanlı sahnelerde son zamanlarda izlediğim en iyi görsel efektlere şahit oldum, bu noktada yönetmeni fazlasıyla takdir ediyorum. Oyunculuklarda az önce belirttiğim gibi Michael Caine yaşına, adına ve tecrübesine yakışır bir performans sergiliyor ve ona -üzerine fazla iş düşmese de- detektif Alice rolünde Emily Mortimer eşlik ediyor.

Netice itibariyle Harry Brown konusu, konuyu işlerken ele aldığı etkileyici hikayesi, görsel efektleri ve usta Michael Caine'iyle son yılların en iyi İngiliz filmlerinden birisi. Dram, suç filmi ve bilhassa Michael Caine severlerin kaçırmaması gereken bir film.

Film için Sinema Vesaire notu: B+

Cumartesi, Nisan 24

Pure Beauty

Robin Hood, 14 Mayıs'ta sinemalarda...

The Guitar [2008]

Melody Wilder, gırtlak kanseri olduğunu ve en fazla 2 ay kadar ömrünün kaldığını öğrenir. Maalesef -her ne kadar bir insanın hayatta alabileceği en kötü haberlerin başında bu gelse de- alacağı tek kötü haber bununla sınırlı kalmaz, aynı zamanda işinden de kovulmuştur. Ancak artık ölümünü bekleyen çoğu hastanın aksine O, kalan 2 ayda korkularının gerçeğe dönüşmesini beklemeye değil; hayallerinin peşinden koşmaya karar verir.

Önce eski kimliğine dair ne varsa onlardan kurtulur Melody. Bir nevi "başkalaşma" seansına girmiştir ve geçmişinden arınmak bu yoldaki en önemli adımdır onun için. Kalan 2 ayını kredi kartlarının limitlerinin ona izin verdiği kadar zengince yaşamaya koyulur. Yeni bir daire kiralar, yeni eşyalar ve yeni elbiseler edinir, yeni arkadaşlıklar ve ilişkiler içine girer, bir de çocukluğunda hayalini kurduğu elektro gitara sahip olarak günlerini onu çalmakla geçirir.

Ancak süresi dolarken Melody'nin hayatında işler beklediği gibi gitmemeye başlar ve kısa da olsa kalan ömrü karşısına tekrar kötü sürprizlerle gelmektedir.

Bir bütün olarak bakıldığında, basit ve klasik bir mesaj peşinde koşuyor The Guitar. Bu mesajı ilk ve son sahne dahil filmin tümüne yayıyor ve kahramanımızın hikayesi de bu mesajı doğrular nitelikte gelişiyor. Fazla sayıda karakter içermeyen filmde başrolümüz Saffron Burrows'un performansı tatmin edici. Özellikle ölümü bekleyen bir insanın umutsuzluğunu simgeleyen ifadeyi yüzüne ustaca yansıtışı takdire şayan. Ayrıca kurgu olarak film sürekli parantezler açtığı için o parantezlerin kapanmasını beklemek izleyicinin filme olan ilgisini daha iyi tetikliyor.

Ancak her basit ve klasik mesaj verme kaygısı taşıyan filmde olduğu gibi The Guitar'da da bu mesajın klişeleşme tehlikesinin filmin omuzlarındaki yükü maalesef filme ağır geliyor ve zaman zaman film aşırı bayağı bir hal alıyor. Aynı zamanda diyaloglar zayıf ve olay örgüsü çok yüzeysel. Film bu eksilerle bir önceki paragraftaki artılar arasında gidip geliyor ve bazen iyiye çok yakın, bazense çok kötü ve sıradan bir görünüme bürünebiliyor. Sonuna gelindiğindeyse en azından izleyicinin zihninde açılan parantezlerin tamamı kapanıyor ve film zayıf yönleri bulunsa da bütün bir mesaj halini almayı başarıyor.

Film için Sinema Vesaire Notu: B-

Cuma, Nisan 16

Empire Dergisi Tuncel Kurtiz Röportajı (Bölüm 1)

Blogu öteden beri takip edenler, ülkemizde bir dönem çıkmış ancak düşük satış rakamları yüzünden yayın hayatına son verilmiş Empire Türkiye dergisine olan düşkünlüğümü bilirler. Derginin eski sayılarını karıştırırken Temmuz 2008 sayısında Olkan Özyurt tarafından yapılmış Tuncel Kurtiz röportajına rastladım. Ben okurken çok keyif aldım ve son günlerde Ezel dizisiyle adından çokça söz ettiren usta Tuncel Kurtiz'in bu röportajını sizinle paylaşmanın da uygun olacağını düşündüm. Lafı dolandırmadan sizi bu röportajla başbaşa bırakayım(Uzun bir röportaj olduğundan dolayı bir kaç parça halinde yayınlamayı düşünüyorum):

--------------------------------------------------------------------------

"Ustalığı kabul etmiyorum. Ustalık zanaatta olur, ama sanatta olmaz. Sanatçı bildiğini tekrar eden değil, kendini yeni baştan yaratan ve daima arayandır. Talebe olmayı tercih ederim."

Bakmayın siz Tuncel Kurtiz'in sakallarına düşen o koca koca aklara. O, gencim diyen herkesi cebinden çıkarır. Öyle bir enerjisi var ki... Şöyle biraz keyiflensin, Can Yücel'den, Asaf Özdemir'den şiirler okuyor, dans ediyor, şarkı söylüyor. Yorulmak nedir bilmiyor. Açıkçası onun bu enerjisine şahit olunca, Empire olarak kendimizi hafiften yaşlı hissetmedik değil. Son olarak Adana'da Altın Koza Film Festivali'nde Usta Oyuncu Ödülü almak için sahneye çıktığında yine enerjikti. Fakat farklı olarak bu sefer duygularını gizleyemedi. Ee duygulanması da gayet normal. Daha üniversite yıllarında tanıştığı kadim dostu Yılmaz Güney'in memleketinde oyuncu olarak bunca yıllık çabası takdir ediliyordu.

Ama bu takdir konusunda biraz geç kalınmıştı sanki. Yaşayan en önemli Türk oyunculardan biri Tuncel Kurtiz. Türkiye şartlarında yetişen ve uluslararası sularda ciddi anlamda boy göstermiş kaç tane oyuncumuz var derseniz, Tuncel Kurtiz dışında pek de isim gelmiyor aklımıza. Hani Inside The Actors Studio için bir gün Amerika dışından oyuncu arasa, Türkiye'den Tuncel Kurtiz'i rahatlıkla konuk edebilir programına. Türk sinemasının kalburüstü onlarca filminde oynamış, Kuzuların Gülümseyişi'yle Berlin'de Gümüş Ayı kazanmış, Peter Brook gibi modern tiyatronun bir üstadıyla çalışmış kaç aktörümüz var ki?

Yaklaşık 50 yıllık oyunculuk hayatına sığdırdıkları inanılır gibi değil Kurtiz'in. Anlattıkça şaşıp kalıyorsunuz. Bir Cemal Süreyya'dan bahsediyor, sonra Derek Jerman'la ilgili bir anısını anlatıyor. Sanat dünyasının bu kadar uçlarında maceralar yaşamak, konuşma uzadıkça anlaşılıyor ki o kadar da güllük gülistanlık olmamış. Kimi zaman devlet, kimi zaman en yakın çalışma arkadaşları tarafından örselenmiş, kah işsiz kalmış ama buna rağmen doğru bildiği yoldan yürüyüp gitmesini bilmiş, ki hâlâ da öyle. Balıkesir'de sırtını Kaz Dağları'na dayamış Çamlıbel Köyü'nde yaşıyor ve çekimler oldukça bu enfes mekanı terk ediyor. Merhaba diyen herkese kapısını açıyor. Empire de üstada merhaba deyip Kurtiz'den aktörlük hayatının sayfalarını açmasını istedi. O da babacan tavrıyla içeri 'buyur etti'. Kurtiz'le bu zaman yolculuğuna Empire'dan Olkan Özyurt'u gönderdik. Yolculuk sonrası ufuk açıcı bir serüven yaşadığı her halinden belliydi.

EMPIRE: Usta Oyuncu Ödülü, sizi epey duygulandırdı. Genelde ödülleri soğukkanlılıkla karşılamanıza alışığız ama bu sefer farklı oldu. Neden bu kadar hislendiniz?

KURTİZ: Ben hiçbir zaman ödül beklemedim. Ödüller jürilerin tutumlarına bağlıdır. Ödül beklemektense, alınca şaşırmayı yeğlerim, "Vay be, bu da mı gelecekti başıma" derim. Ödül alınca sevindim tabii, ama bugüne kadar ödül alamadığım hiçbir yarışmanın jürisini eleştirmedim. Çünkü ben de birçok jüride bulundum, nasıl sübjektif olunabileceğini ve olunması gerektiğini de biliyorum. Son olarak Kopenhag Film Festivali jürisinde hiçbir ödül vermediğimiz Kalpazanlar (Die Falscher) filmi, bu yıl En İyi Yabancı Film Oscar'ı aldı. Ama Altın Koza'da bana verilen ödül değil, başka bir şeydi. Bir sevgi seli ile karşılaştım ve bunca yıl yaşadıklarımın, yaptıklarımın haklılığını gösterdi, beni doğruladı. Duygulanmamak mümkün mü?

EMPIRE: Gerçekten usta bir oyuncusunuz. Belki artık ustalık sıfatı bol keseden dağıtılır oldu ama bu sizin için geçerli değil. Peki, emeklerinizin tam karşılığını bulamadığınızı düşünüyor musunuz?

KURTİZ: Ustalığı kabul etmiyorum. Ustalık zanaatta olur, ama sanatta olmaz. Sanatçı bildiğini tekrar eden değil, bir spiralin en ucunda kendini yiyip, yeni baştan yaratan ve yarattığını da yok ederek, daima arayandır. Talebe olmayı her zaman tercih ederim. Hiçbir şeyi karşılık bekleyerek yapmadım. Sait Faik “Yazmasam ölecektim” diyordu. Ben de yapmasam bütün bunları herhalde kendimi yok ederdim. Geçen yıl Fatih Akın, kendisine sorulan “Tuncel Kurtiz’le çalışmak nasıldı?” sorusuna, “Çok güzeldi, çok eğlendik, çok keyif aldık” gibi klişe bir cevap vermektense, sadece “Tuncel Abi’nin yaşına geldiğimde onun gibi olmak istiyorum” dedi. Bir insan için bundan büyük karşılık olur mu?

EMPIRE: Siz bir bürokrat çocuğusunuz fakat bunu pek de hissettirmiyorsunuz. Küçük burjuva bir aileden gelmenize rağmen politik görüşünüz sosyalizmden yana. Bunu her fırsatta vurguluyorsunuz. Bu politik görüş oyunculuk hayatında nasıl kapılar araladı size?

KURTİZ: Anne ve baba tarafım Osmanlı’dan bu yana bürokrasinin içindeydi. Ben ailemle adım adım Anadolu’yu dolaşırken, babamın, annemin nasıl çalıştıklarını ve politik güçler tarafından nasıl hırpalandıklarını yakından gördüm. Beş yıllık ilkokulu sekiz ayrı şehirde bitirdim. Çünkü babam kendi doğrularını söylediği için huduttan hududa atıldı. Ülkemizin üzerinde dolaşan kara bulutlardan bahsettiği için hakkında açılan soruşturmaları ondan bana kalan kütüphaneyi karıştırırken sicilinde okudum. Hep sürüldü. Tevfik Fikret, Neyzen Tevfik, Şair Eşref, Nef’i dilinden düşmezdi. “Eğri olsam yay gibi elde tutarlar beni, doğru olsam ok gibi uzağa atarlar beni” sözü şiarıydı ve Vala Kurtiz hep uzağa atıldı. Ben de babamın izinden gittim, ama daha uçlarda dolaştım. Politik görüşüm bana kapılar aralamadı, kapılar kapattı yüzüme, ama ben kendi kapılarımı açtım.

Münir Özkul üzerine...
Münir Abi’nin o inanılmaz oyunculuğu, kendini daha da geliştirmek için harcadığı çaba ve bunu biz gençlerle büyük bir cömertlikle paylaşması… Bunu bir klişe olarak almayın. Kelimenin tam anlamıyla büyük bir oyuncu ve büyük bir insandı.

EMPIRE: Tiyatroya gönül vererek başladınız ve çıraklık döneminizde Münir Özkul’un adını çok anıyorsunuz. Onu sizin hayatınızda özel kılan nedir?

KURTİZ: Profesyonel tiyatroda ikinci yılımdı. Okuyan bir delikanlıydım. Oyunculuğun yanı sıra sahne amiriydim. Stanislavski, bulabildiğim yazıları ile hayran olduğum bir tiyatro adamıydı. Tiyatro konuşurken bütün alıntılarımız Stanislavski ile başlardı. Amerika’da çocukken geçirdiğim 2,5 yıl ve Tarsus Koleji’ndeki iki yılda elde ettiğim İngilizce bana dünya edebiyatı ve tiyatrosunu takip etme imkânı sağladı. Münir Abi bir gün bana dört tane İngilizce kitap getirdi. Yıl 1960. My Life in Art, An Actor Prepares, Building a Character ve Martı’nın reji çalışması. Stanislavski’nin bu kitapları, değerli sanatçı Suat Taşer tarafından daha tercüme edilmemişti. İngilizce bilmeyen Münir Abi’de bu kitapların ne aradığını sorduğum zaman, Münir Abi beni şöyle cevapladı: “Küçük Sahne’nin açılış günlerinde herkes Stanislavski konuşuyordu, ama ben bir şey anlamıyordum. Bakırköy’den arkadaşım Murat Güler ki, Manş’ı geçen ilk Türk’tür, bana bu kitapları getirdi ve satır satır tercüme ederek okudu.” Sonra da “Al artık bu kitaplar senin” dedi. Ben de Münir Abi’nin bana hediye ettiği bu kitapları satır satır okumaya çabaladım. Oyundan sonra Emirhan’a giderdik hep beraber, çaylarımızı içerken bize Charlie Chaplin’i anlatırdı. Biz de sanki Şarlo kendisi anlatıyormuş gibi dinlerdik. Münir Abi’nin o inanılmaz oyunculuğu, kendini daha da geliştirmek için harcadığı çaba ve bunu biz gençlerle büyük bir cömertlikle paylaşması… Bunu bir klişe olarak almayın. Kelimenin tam anlamıyla büyük bir oyuncu ve büyük bir insandı.

(1. Bölüm Sonu)

Pazartesi, Nisan 12

Altın Klavye Blog Ödülleri

Altın Klavye Blog Ödülleri'nde oylama bugün başladı. Kültür sanat blogları kategorisinde Sinema Vesaire'ye oy vermek istiyorsanız http://kultur.altinklavye.com/ adresindeki anketten sinemavesaire.blogspot.com seçeneğini işaretleyip oy ver butonuyla oyunuzu verebilirsiniz. Teşekkürler.

Los Abrazos Rotos (Broken Embraces/Kırık Kucaklaşmalar) [2009]

Romantik filmlerin adından söz ettirebilecek kaliteye sahip olması için artık sadece birbirlerine kavuşamayan iki aşık barındırması yeterli gelmiyor. Bu janrın ekmeğini son kırıntısına kadar yiyen yapımcıların filme ait hikaye noktasında üretkenlikleri arttıkça iyi kabul edilen bir yapım ortaya koyma şansları da artıyor. İşte hikaye noktasında bu üretkenliğin mahsülü olan bir yapım Kırık Kucaklaşmalar.

Film, yazar Harry Caine'in hayatındaki sıradan bir günle başlıyor ve gelişen olaylar, filme Harry'nin geçmişine inmek için gerekli olan zemini hazırlıyor. Yazarlığından önceki geçmişinde yönetmenlik yapan Harry'nin başından geçen tutkulu ancak zor ve dramatik bir aşk hikayesi filmin ardında boylu boyunca uzanıyor. Bu aşk, Harry'nin hayatını ciddi biçimde etkiliyor ve mevcut kişiliğinin oluşumunda esas rolü oynuyor.

Harry'nin geçmişi, zengin kocası Ernesto'nun kendisine sapıklık derecesinde bağlı olduğu yasak aşkı Lena üzerine kurulu. Bu geçmişte Lena hayatından kaçabildiği kadarıyla Harry'ye sığınıyor ve bu sığınış aralarındaki daha da aşkı alevlendiriyor. Neredeyse imkansız bir aşkın avucuna düşen Harry ile altın kafeste olmasına rağmen etrafını kuşatan mutsuzluğa tek çareyi Harry'de bulan Lena, 3. kişiye yani Ernesto'ya direnişi göze alıyor. İki sevgilinin bu mücadelesi olayları farklı bir boyuta taşıyor ve filmin hikayesi bu noktada özgünlük kazanmaya başlıyor.

Yapı itibariyle düz bir film Kırık Kucaklaşmalar. Bu kavramı açmak gerekirse film, imgeler üzerine farklı anlamlar yüklemeye ya da kendi içinde küçük ironiler, göndermeler yapmaya çalışmıyor ve söyleyeceklerini doğru zamanda açık bir biçimde söylüyor. Dolayısıyla bu konudaki doğru zamanlaması filmin uzunluğunun seyircinin ilgisini baltalamasına engel oluyor ve film ekran başındakileri uyanık tutarak kozlarını idareli kullanmasını biliyor. İşte bu noktada işe gizem katarak sınıfındaki filmlerden ayrı bir yere konulmayı hak ediyor.

Son tahlilde düz ve uzun gözükmesine rağmen etkileyici hikayesi ve bu hikayeyi iyi işleyişiyle izlenmeye değer bir film niteliği kazanıyor Kırık Kucaklaşmalar. Yılların eskitemediği Penélope Cruz da her zamanki gibi adına yakışır bir role daha imzasını atıyor.

Film için Sinema Vesaire notu: B-

Pazar, Nisan 11

Hayat Var ve Sanat Filmleri

İzleyici ve popülarite anlamında ibre hala absürt ve seviyesiz komedilerden yana görünse de Türk Sineması uluslararası platformda adından söz ettirebilecek kalitede, dikkat çekecek derecede imge ve derinlik yüklü yapımlar da çıkarmıyor değil son zamanlarda. Şüphesiz bu akımın öncülerinin izinden gelen yönetmenlerden birisi de Reha Erdem.

İşte Erdem'in Kosmos'tan bir önceki filmi Hayat Var da ülkemizde yeterince olmasa da Avrupa'da birtakım festivallerde göze çarpmış ve övgüler almış bir film. Kısa bir süre önce izleme şansı bulduğum film için benim görüşlerim de oldukça olumluydu.

Film, Hayat adında bir ortaokul öğrencisinin hayatını, İstanbul portreleri ve Arabesk esintileri eşliğinde anlatıyor. Hayatı okuldan ve evden ibaret olan Hayat, annesinden boşanmış olan babası ve ciğerlerinde ileri derecede hastalığı bulunan yarı-yatalak dedesi ile birlikte yaşamaktadır. Babası para kazanmak için yasadışı faaliyetlerde bulunurken kızını da çoğu zaman kendi başına bırakmaktadır. Her ne kadar Hayat'ın ailevi sorunları okuluna da aksetmişse de Hayat bu hayattan sığınacağı tek yer olan okulunu da bırakmak istemez.

Hayat'ın okul ve ev yaşantısında çevresindeki karakterlerle farklı farklı ilişkileri vardır ve filmdeki her bir ilişki ayrı bir yan hikaye niteliği taşımaktadır aynı zamanda. Film de Hayat'ın hayatındaki bu hikayeler üzerine kurulu bir yol izler.
Filmin ayakta tutan bu hikayelerden her birinin kendi içinde barındırdığı tutarlılıklar ve hikayelerin özgünlüğü filme ayrı bir güç katıyor şüphesiz. Bunun yanında Erdem'in filminde çizdiği karakterler oldukça güçlü ve çelişkisiz. Görüntü yönetimi boyutundaysa İstanbul'u bu denli iyi kullanabilen yönetmen sayısı çok çok azdır ve Erdem bu filmiyle bu isimler arasında önemli bir yer edinmiştir kendine. Sahnelere ilmek ilmek dokuduğu İstanbul manzarasının üzerine serpiştirdiği Arabesk müziklerin filme kattığı alaturka tatsa eşine az rastlanır cinsten. Ses yönetimi sadece müzikleriyle değil her yönüyle de eksiksiz bir film Hayat Var.

Burada son bir parantez açıp yazıyı noktalamak lazım. Sanat filmi deyince çoğu izleyicinin yıkılmaz önyargıları vardır ve hemen herkesin aklına uzun, sıkıcı, anlamsız yapımlar gelir. Evet, sanat filmi senaryosuyla ya da performanslarıya izleyiciyi doyurmak niyetinde değildir ancak bir filmin kalitesini sadece senaryo ya da oyunculuklar belirlemeyebilir. Önemli olan izleyicinin sinemadan ne beklediğini bilmesidir ve kendisinden övgüyle bahsedilen her filme tam not vermek için giderse seyirci, filmden ne beklediğinden zerre haberi yok demektir.

Öte yandan "sanat filmi" kavramının arkasına sığınarak saçma sapan işler çıkaran nice yönetmenler vardır ki oluşan bu önyargılar sebebiyle giyotine gitmesi gerekenler sanat filmleri değil bu insanlardır. Oysa ki sinemanın kendisi bir sanattır ve izleyiciyi etkisi altına alabilen her şey, bu etkinin sebebinin ne olduğunu kat'i surette bilmeye gerek olmaksızın, iyi bir sanat eseridir.

Sonuç itibariyle Hayat Var benim nezdimde iyi bir filmdir ve vakit oldukça bu blogda daha çok yer bulacaktır.

Cumartesi, Nisan 10

Sinema Vesaire ve 2010 Blog Ödülleri

11 Mart'tan bu yana, yani yaklaşık 1 aydır yazmamışım bloga. Öncelikle bu yazısız geçen 1 ay için tüm Svs okurlarından özür dilerim. Oscarlar döneminde bol bol film izleyip kritik yazmaya özen göstermiştim ancak sonra sağlam bir nadas dönemine girdim. Mart ayı sonunda sınavlarım da olduğu için pek bir şey yazmaya fırsat bulamadım açıkçası.

Diğer yandan bu yıl 3.sü düzenlenen [2010] Blog Ödülleri'ne başvurduk ve başvurumuz kabul edildi. Oylama süreci dün itibariyle başlamış bulunmakta. Hal böyleyken blogun daha fazla göz önünde bulunacağını ümit ediyorum ve bu da beni yazmaya itecek bir başka sebep olur umarım.

Lafı uzatmayalım, kendimi oyalayacak fazla bahanem kalmadığı için bir süredir beklettiğim film kritiklerini ve yeni yazı dizilerini mümkün mertebe beğeninize sunmak istiyorum. 2010 Blog Ödülleri'nde kültür-sanat kategorisinde Sinema Vesaire'yi destekliyorsanız oy vermek için aşağıdaki adrese buyrun lütfen:
http://2010.blogodulleri.com/