Blogu öteden beri takip edenler, ülkemizde bir dönem çıkmış ancak düşük satış rakamları yüzünden yayın hayatına son verilmiş Empire Türkiye dergisine olan düşkünlüğümü bilirler. Derginin eski sayılarını karıştırırken Temmuz 2008 sayısında Olkan Özyurt tarafından yapılmış Tuncel Kurtiz röportajına rastladım. Ben okurken çok keyif aldım ve son günlerde Ezel dizisiyle adından çokça söz ettiren usta Tuncel Kurtiz'in bu röportajını sizinle paylaşmanın da uygun olacağını düşündüm. Lafı dolandırmadan sizi bu röportajla başbaşa bırakayım(Uzun bir röportaj olduğundan dolayı bir kaç parça halinde yayınlamayı düşünüyorum):
Bakmayın siz Tuncel Kurtiz'in sakallarına düşen o koca koca aklara. O, gencim diyen herkesi cebinden çıkarır. Öyle bir enerjisi var ki... Şöyle biraz keyiflensin, Can Yücel'den, Asaf Özdemir'den şiirler okuyor, dans ediyor, şarkı söylüyor. Yorulmak nedir bilmiyor. Açıkçası onun bu enerjisine şahit olunca, Empire olarak kendimizi hafiften yaşlı hissetmedik değil. Son olarak Adana'da Altın Koza Film Festivali'nde Usta Oyuncu Ödülü almak için sahneye çıktığında yine enerjikti. Fakat farklı olarak bu sefer duygularını gizleyemedi. Ee duygulanması da gayet normal. Daha üniversite yıllarında tanıştığı kadim dostu Yılmaz Güney'in memleketinde oyuncu olarak bunca yıllık çabası takdir ediliyordu.
Ama bu takdir konusunda biraz geç kalınmıştı sanki. Yaşayan en önemli Türk oyunculardan biri Tuncel Kurtiz. Türkiye şartlarında yetişen ve uluslararası sularda ciddi anlamda boy göstermiş kaç tane oyuncumuz var derseniz, Tuncel Kurtiz dışında pek de isim gelmiyor aklımıza. Hani Inside The Actors Studio için bir gün Amerika dışından oyuncu arasa, Türkiye'den Tuncel Kurtiz'i rahatlıkla konuk edebilir programına. Türk sinemasının kalburüstü onlarca filminde oynamış, Kuzuların Gülümseyişi'yle Berlin'de Gümüş Ayı kazanmış, Peter Brook gibi modern tiyatronun bir üstadıyla çalışmış kaç aktörümüz var ki?
Yaklaşık 50 yıllık oyunculuk hayatına sığdırdıkları inanılır gibi değil Kurtiz'in. Anlattıkça şaşıp kalıyorsunuz. Bir Cemal Süreyya'dan bahsediyor, sonra Derek Jerman'la ilgili bir anısını anlatıyor. Sanat dünyasının bu kadar uçlarında maceralar yaşamak, konuşma uzadıkça anlaşılıyor ki o kadar da güllük gülistanlık olmamış. Kimi zaman devlet, kimi zaman en yakın çalışma arkadaşları tarafından örselenmiş, kah işsiz kalmış ama buna rağmen doğru bildiği yoldan yürüyüp gitmesini bilmiş, ki hâlâ da öyle. Balıkesir'de sırtını Kaz Dağları'na dayamış Çamlıbel Köyü'nde yaşıyor ve çekimler oldukça bu enfes mekanı terk ediyor. Merhaba diyen herkese kapısını açıyor. Empire de üstada merhaba deyip Kurtiz'den aktörlük hayatının sayfalarını açmasını istedi. O da babacan tavrıyla içeri 'buyur etti'. Kurtiz'le bu zaman yolculuğuna Empire'dan Olkan Özyurt'u gönderdik. Yolculuk sonrası ufuk açıcı bir serüven yaşadığı her halinden belliydi.
EMPIRE: Usta Oyuncu Ödülü, sizi epey duygulandırdı. Genelde ödülleri soğukkanlılıkla karşılamanıza alışığız ama bu sefer farklı oldu. Neden bu kadar hislendiniz?
KURTİZ: Ben hiçbir zaman ödül beklemedim. Ödüller jürilerin tutumlarına bağlıdır. Ödül beklemektense, alınca şaşırmayı yeğlerim, "Vay be, bu da mı gelecekti başıma" derim. Ödül alınca sevindim tabii, ama bugüne kadar ödül alamadığım hiçbir yarışmanın jürisini eleştirmedim. Çünkü ben de birçok jüride bulundum, nasıl sübjektif olunabileceğini ve olunması gerektiğini de biliyorum. Son olarak Kopenhag Film Festivali jürisinde hiçbir ödül vermediğimiz Kalpazanlar (Die Falscher) filmi, bu yıl En İyi Yabancı Film Oscar'ı aldı. Ama Altın Koza'da bana verilen ödül değil, başka bir şeydi. Bir sevgi seli ile karşılaştım ve bunca yıl yaşadıklarımın, yaptıklarımın haklılığını gösterdi, beni doğruladı. Duygulanmamak mümkün mü?
EMPIRE: Gerçekten usta bir oyuncusunuz. Belki artık ustalık sıfatı bol keseden dağıtılır oldu ama bu sizin için geçerli değil. Peki, emeklerinizin tam karşılığını bulamadığınızı düşünüyor musunuz?
KURTİZ: Ustalığı kabul etmiyorum. Ustalık zanaatta olur, ama sanatta olmaz. Sanatçı bildiğini tekrar eden değil, bir spiralin en ucunda kendini yiyip, yeni baştan yaratan ve yarattığını da yok ederek, daima arayandır. Talebe olmayı her zaman tercih ederim. Hiçbir şeyi karşılık bekleyerek yapmadım. Sait Faik “Yazmasam ölecektim” diyordu. Ben de yapmasam bütün bunları herhalde kendimi yok ederdim. Geçen yıl Fatih Akın, kendisine sorulan “Tuncel Kurtiz’le çalışmak nasıldı?” sorusuna, “Çok güzeldi, çok eğlendik, çok keyif aldık” gibi klişe bir cevap vermektense, sadece “Tuncel Abi’nin yaşına geldiğimde onun gibi olmak istiyorum” dedi. Bir insan için bundan büyük karşılık olur mu?
EMPIRE: Siz bir bürokrat çocuğusunuz fakat bunu pek de hissettirmiyorsunuz. Küçük burjuva bir aileden gelmenize rağmen politik görüşünüz sosyalizmden yana. Bunu her fırsatta vurguluyorsunuz. Bu politik görüş oyunculuk hayatında nasıl kapılar araladı size?
KURTİZ: Anne ve baba tarafım Osmanlı’dan bu yana bürokrasinin içindeydi. Ben ailemle adım adım Anadolu’yu dolaşırken, babamın, annemin nasıl çalıştıklarını ve politik güçler tarafından nasıl hırpalandıklarını yakından gördüm. Beş yıllık ilkokulu sekiz ayrı şehirde bitirdim. Çünkü babam kendi doğrularını söylediği için huduttan hududa atıldı. Ülkemizin üzerinde dolaşan kara bulutlardan bahsettiği için hakkında açılan soruşturmaları ondan bana kalan kütüphaneyi karıştırırken sicilinde okudum. Hep sürüldü. Tevfik Fikret, Neyzen Tevfik, Şair Eşref, Nef’i dilinden düşmezdi. “Eğri olsam yay gibi elde tutarlar beni, doğru olsam ok gibi uzağa atarlar beni” sözü şiarıydı ve Vala Kurtiz hep uzağa atıldı. Ben de babamın izinden gittim, ama daha uçlarda dolaştım. Politik görüşüm bana kapılar aralamadı, kapılar kapattı yüzüme, ama ben kendi kapılarımı açtım.
Münir Abi’nin o inanılmaz oyunculuğu, kendini daha da geliştirmek için harcadığı çaba ve bunu biz gençlerle büyük bir cömertlikle paylaşması… Bunu bir klişe olarak almayın. Kelimenin tam anlamıyla büyük bir oyuncu ve büyük bir insandı.
EMPIRE: Tiyatroya gönül vererek başladınız ve çıraklık döneminizde Münir Özkul’un adını çok anıyorsunuz. Onu sizin hayatınızda özel kılan nedir?
KURTİZ: Profesyonel tiyatroda ikinci yılımdı. Okuyan bir delikanlıydım. Oyunculuğun yanı sıra sahne amiriydim. Stanislavski, bulabildiğim yazıları ile hayran olduğum bir tiyatro adamıydı. Tiyatro konuşurken bütün alıntılarımız Stanislavski ile başlardı. Amerika’da çocukken geçirdiğim 2,5 yıl ve Tarsus Koleji’ndeki iki yılda elde ettiğim İngilizce bana dünya edebiyatı ve tiyatrosunu takip etme imkânı sağladı. Münir Abi bir gün bana dört tane İngilizce kitap getirdi. Yıl 1960. My Life in Art, An Actor Prepares, Building a Character ve Martı’nın reji çalışması. Stanislavski’nin bu kitapları, değerli sanatçı Suat Taşer tarafından daha tercüme edilmemişti. İngilizce bilmeyen Münir Abi’de bu kitapların ne aradığını sorduğum zaman, Münir Abi beni şöyle cevapladı: “Küçük Sahne’nin açılış günlerinde herkes Stanislavski konuşuyordu, ama ben bir şey anlamıyordum. Bakırköy’den arkadaşım Murat Güler ki, Manş’ı geçen ilk Türk’tür, bana bu kitapları getirdi ve satır satır tercüme ederek okudu.” Sonra da “Al artık bu kitaplar senin” dedi. Ben de Münir Abi’nin bana hediye ettiği bu kitapları satır satır okumaya çabaladım. Oyundan sonra Emirhan’a giderdik hep beraber, çaylarımızı içerken bize Charlie Chaplin’i anlatırdı. Biz de sanki Şarlo kendisi anlatıyormuş gibi dinlerdik. Münir Abi’nin o inanılmaz oyunculuğu, kendini daha da geliştirmek için harcadığı çaba ve bunu biz gençlerle büyük bir cömertlikle paylaşması… Bunu bir klişe olarak almayın. Kelimenin tam anlamıyla büyük bir oyuncu ve büyük bir insandı.
0 Yorum - Yorum Yaz:
Yorum Gönder